14 Aralık 2020 Pazartesi

Büyük'ün Ölümü




"Bunu böyle yap"

Bu bir öğüttür. Birine bir şeyi belli bir şekilde yapmasını söylemek çok kolaydır. 

"Onu öyle yapma."

Bu bir nasihattir. Birine bir şeyi belli bir şekilde yapmamasını söylemek çok kolaydır. 

"Bence böyle yap."

Bu bir tavsiyedir. Birine bir şeyi yalnızca kendi yaptığınız gibi yapmasını söylemek çok kolaydır. 



Tek taraflı oklara benzeyen sözlerdir tüm bunlar. Tavsiyeler, dört nala savrulur tavsiyecinin dilinden. Herkesin ağzında milyonlarca tavsiye vardır. Öğüt, öğüdü veren kişiyi rahatlatır. Üstün konumdadır artık öğütçü. Yukarıdadır çünkü eyleme ve söze yön verir. Bir tür egosantrik ilaçtır öğüt vermek. Nasihat eden kendi hatasını unutmuş gibidir. Öyle bir ifade takınır ki suratına bazen, vahiy defterinden satırlar okuyor gibi dalgalanır sedası.


Büyükler, öğüt vere vere benliklerini unuturlar ve bir gün geri döndürülemeyen bu içsel metamorfozu yaşarlar. Bu yavaş ama kimyasal dönüşümü fark etmezler bile.  


O katılaşma gelip çattığında, birer öğüt, tavsiye ve nasihat makinesine dönüşürler. Kayalardan sonsuzca akan su kaynakları, ışığı ve sıcaklığı hiç inmeyen cömert güneş ya da maden hacmi ebediyete kadar azalmayan bir altın cevheridirler artık. Hayat adeta bitmiştir. Tüm gizemler açıklanmış, tüm amaçlar elde edilmiş, öyle ya da böyle kaderin çizdiği yollardan geçilmiş, hayat karşısında artık ilerlemeye gerek olunmayan bir noktaya gelinmiştir. Büyüklerin heykelleşmeleri, işte bu aşamada kendini gösterir. Geçmişle bağlarını koparmaları, onlara yöneltilen hiçbir eleştiriyi anlayamamaları ve tüm duyu organlarını dışarıya kapatmaları bundandır. 


Sırada son aşama başlamıştır. Bu birikimi yutturacak bir insan yığını gerekmektedir. Yoksa büyüklüğün ne önemi vardır? Milyonlarca yeni doğmuş bebek, onlarca milyon çocuk, yüzlerce milyon ergen ve genç insan, yeryüzünde öğüt, tavsiye ve nasihat kurşununa dizilmek için salınıyorlardır.  O mükemmel mertebeye ebediyete kadar kapak atmış olan, ruhları bile tecrübeyle yıkanmış büyüklerimizin gözünde kurallara karşı gelen bu dev kitle, adeta bilgisizliğin anarşizm dolu çaresiz başkaldırısıdır. Tecrübesiz, amatör ve hayatı bilmeyen çaylaklardır onlar. Yön verilmesi gereken bozuk sarkaçlar gibidirler. 




Sonra bir gün "büyük", gözlerini bir noktaya dikmiş, kalp atışlarını bile duyabilecek sessizlikte ve yalnızlıkta buluverir kendini. Bu neyin nesidir? Neyin fark edilişidir? Yoksa, çok daha korkunç bir şekilde, bu bir aydınlanma mıdır? 



Ne yazıktır ki hayatta gaddar bir denge vardır : bir zihnin uyuşukluk süresi ne kadar uzunsa, aydınlanması da o kadar sarsıcı ve dehşetli olur. Büyüğün zihni bir anda çalkalanır, kanı pişmanlığın ezgisiyle dolar. Herkesi ziyaret eden gerçeklik, o gerçek son durak,  gelmiştir. Ölüm. 




O an...


Gözlerini umutsuzca tavana diker "büyük". Nasihatleri onu terk etmiştir. Öğütleri cenazesine katılmayacaktır. Tavsiyeleri ise halini merak bile etmiyordur. Gözlerini tavandan indirip bu kez yere  gömer "büyük". Arınmış bir benliktir, sahip olduğu tek şey. Dört nala savurduğu cümlelerinin tamamı sırt çevirmiştir ona. En iyi ve belki de tek arkadaşları olan cümleleri. Tüm acımasızlığı, sonsuzluğu, güzelliği, eşsizliği, iğrençliği, yıkıcılığı, muhteşemliği ve tarafsızlığıyla, doğa anayı bile hayrete uğratabilecek bir ölümdür yaşanan şimdi.






Büyük'ün ölümü. Gerçek adıyla:


"Yaşayan Ölü'nün ölümü."

12 Aralık 2020 Cumartesi

Agnostiğin Huzurlu Uykusu

Uzun zamandır agnostisizmin dibine bir kazma vurup toprak üzerine çıkarmak istiyordum. 


Vakti geldi. Bu yazıda 'gnostik' sözcüğünün başına gelen bir ile oluşan agnostisizmin çeşitleri ve önermelerine değinen bir analiz amaçlıyorum. Dolayısıyla agnostisizmi, agnostisizmin temel savlarını ve günümüz agnostik argümanları detaylıca inceleyeceğim. Özellikle teizm ve ateizm için bu argümanları kıyaslayarak kendi eleştirel diyalektiğimi uygulamaya çalışacağım. Uzun ve detaylı bir yazı oldu, başlamadan önce içeceğinizi almanız önerilir.


Bugün 'bilinemezcilik' olarak Türkçeleşen agnostik düşünce, modern diyalektik materyalizm ve idealizm arasında bir köprü olarak algılanır. Bu dengeli terazi görünümü, agnostisizmin günümüzdeki son raddesidir; bir başka ifadeyle bilinemezciliğin bugünkü son biçimine (forma ultima) evrilmiş halidir. 


İnsanlık tarihinde kendi içinde bölünmeler yaşamış olan her düşünce, bu bir sonraki forma ultima'ya geçerek yeni savlar ve eleştiriler üretmiştir. İnsanlık tarihi boyunca, dallara ayrılamamış ve kendi eleştirisini (objektif otokritiğini) yapamamış düşüncelerin yol katettiklerini pek fazla görmeyiz. Ateizm gibi keskin olduğu düşünülen bir düşüncenin bile bugün çokça kola ayrılmış olduğunu düşünürsek, benzer ayrışmaların idealistler ve hatta evet, agnostikler arasında da oluştuğu rahatlıkla söyleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki bu tür kendi-içinde-bölünmeler, bir ideolojiye ait tarihsel ilerleyişin doğal sonuçlarıdır. 


Temelleri Protagoras'a (ve bana göre onunla aynı dönem doğan septisistlerin başında gelen Georgias'a kadar) dayandırılması mümkün olan agnostisizm, düşünsel evreni 18.yy sonrasında gelişerek ivme kazanmış ve 19.yy'da kalıcı taban kazanmış bir sistemdir. Sanayi devrimi sonrasında bu yılları takip eden dönemde, çoğu diğer ideolojide (ateizm, teizm ve hatta deizmde) rastladığımız gibi agnostisizm için de "güçlü" ve "zayıf" olmak üzere bir dikotomi görülür.  Ne var ki ilk dönemlerinden bu yana pek çok düşünür, agnostisizmi kimi zaman idealizm kimi zaman da materyalizm kanadına çekerek değerlendirmişlerdir. (Bkz: Engels, Lenin, Politzer vb.)


"Popüler [birinci] anlamda Tanrı’ya inanmayan kişiye ateist denirken Tanrı’ya ne inanan ne de inanmayan kişiye agnostik denir. Ancak daha teknik [ikinci] anlamda agnostisizm, Tanrı’nın var olduğu ya da yok olduğunu gerekçelendirmede insan aklının yeterli rasyonel zeminlere sahip olma kapasitesinin bulunmadığını ileri süren görüştür." *

*Alvin Plantinga, “Agnosticism” maddesi, A Companion to Epistemology: Blackwell Companions to Philosophy, Second Edition, edited by Jonathan Dancy, Ernest Sosa and Matthias Steup, Blackwell Publisihing, Hong Kong 2010, s. 223.



Girişte genel bilgileri yokladığımıza göre, bu noktadan sonra yukarıdaki tanımlamaları açacağım. 

En basit deyişle agnostik,  tanrının varlığının ya da yokluğunun insanın mevcut aklı ve bilişsel yetileri ile kavranamayacağını iddia eder. Bu argümanın temelinde, zihnin, tanrı iddiasını olumlayacak ya da olumsuzlayacak yetide olmadığı ve dahası her iki durum için de taraf tutulabilecek ölçüde kanıt bulunmadığı yatar. Tam bu noktada agnostik için tanrının varlığını olumsuzlayamamak kanıt eksikliğinin eksikliğine (negatifin negatifine), tanrının varlığını olumlayamamak ise yeterli kanıt eksikliği ilkesiyle savunulur. Bu önermeye ben genel olarak kanıtsızlık dengesi adını veriyorum.

[⬆️ Yukarıdaki açıklamayı, karmaşık görünse de agnostisizmin temelinde yatan düşünceyi çok net ifade eden bir açıklama olarak ekledim.]


Görüldüğü gibi agnostik, bu aksiyomunu ana hatlarıyla "insanın tanrıyı algılayışının imkansızlığı" üzerine temellendirir. Ancak gözünden kaçırdığı çok önemli bir şey vardır. Dayandığı belki de tek sav olan kanıtsızlık dengesini de yine kendi "indirgenmiş" aklı ile öne sürdüğünü görmez. Daha açık bir ifadeyle, tanrısal olanı bilme konusunda insan aklının potansiyelini indirgerken, "tanrıyı bilemeyeceği"ni iddia ettiği indirgenmiş aklın yanılıyor olabileceğini gözden kaçırmaktadır. 


Eğer tanrının varlığı, indirgenmiş (kanıtlara ulaşamayan ve şimdilik ulaşamayacak olan) akıl  nedeniyle irdelenemeyecekse, mevcut akıl da tanrıya ilişkin bir sav ileri süremeyecektir. Çünkü agnostiğe göre mevcut akıl kesinlikle ve kesinlikle eksiktir ve yanılacaktır. Oysa 'tanrının bilinemeyeceği' savını öne süren de indirgenmiş bu akıldır ve agnostik kendi çelişkisini görememektedir. Bu nedenle agnostiğin tutarsızlığı, çoğu zaman bir idealistin teleolojik yanılgısını sollamaktadır.  


Felsefe üretmek, bilgiye ve bilmeye dair duyulan arzudur evet fakat bu tanım yeterli değil. Gerçek felsefe, bana kalırsa bu arzunun mantık hamuruyla argümanlaşmasıdır. Türkçede maalesef ve maalesef artık bir argo terimi haline gelmiş olsa da "felsefe yapmak", özünde beyin için oksijen kadar hayati bir önem taşır. Gerçek bir filozofa yakışan, kendi fikirlerini oluşturabilmesidir. Becerikli ya da çuvallamış olması fark etmeksizin kendi fikirlerinde boğulmalıdır. Acı çekmeli ve bu soyut acıya aşık olmalıdır. Yalnızca ve yalnızca "xxx, yyy demiştir" den ibaret olan tespitler, ne yazık ki filozof adayının düşünsel evrenini yerinden bile kımıldatmayacaktır. Şimdi agnostisizmin dallarına değinmek gerekir. 


Zayıf ve Güçlü Agnostisizmin Temel Savları


  • Zayıf Agnostik ve Savunusu


Zayıf agnostiğin öncü savı, tanrı üzerine kesin bir yargıda bulunmuyor olmanın felsefe yapmaya en elverişli zihin durumunu sağladığıdır. "Tanrının varlığına dair tarafsızım, bu nedenle en objektif felsefeyi yapabiliyorum" diyen zayıf agnostik, aslında arındığını sandığı yargısı içerisinde boğulmaktadır. 


İster radikal bir idelist, ister bir güçlü ateist ile tartışmaya girsin, zayıf agnostiğin dakikalar içinde bilinemezciliğin koridorlarında saklanmaya başladığına yüzlerce kez tanıklık ettim. Bir güçlü (pozitif) ateist olarak, tanrının mümkün olamayacağına ilişkin önermelerime bağlı formülleri (denklem niteliğindeki toplu savlarımı) açıklığa kavuştururken sürekli olarak "nereden biliyorsun" sorusuyla karşılaşıyorum. Buradaki tıkanıklığın nedeni, diyalektik ile karşılaştığında bunu kendi epistemolojik algısına dayalı septik çizgisine çekerek, retoriğin "dağıtma" tekniğine sığınmış olan agnostiğin yöntemidir. 


Bu yöntemi en basit haliyle açıklayalım :  bir tartışmadaki temel mantık, rasyonel düşüncenin eldeki verilerden hareketle şekillenmesi gerekliliği esasına dayanır. Yani rasyonellik iddiasına sahip önermelerinizde veriye sahip olmanız dahi yetmez. Tutarlı verilere ihtiyacınız vardır. Birbiriyle ilişkilendirilecek verilere. Ancak agnostik savların tümü, diyalog esnasında ateiste bıkıp usanmadan yöneltilen "nasıl eminsin, sen orada mıydın, nasıl adın gibi biliyorsun" gibi, tartışmayı bir arpa boyu ilerletmeyecek olan, sonu gelmeyen bir kuşkuculuk tufanına sürüklenmektedir. Kuşkuculuk ile ilgili bir sorunum yok. Aksine kuşku, zihni geliştiren harika bir araçtır. Ancak kuşkuyu merakın takip etmesi ve merakı da araştırma isteğinin takip etmesi gerekir. Evet, agnostik çoğu zaman bir ateist kadar uygarlık tarihi ve inanç tarihi bilgisi taşır. Evet, agnostik çoğu zaman zerre şüphe duymadan solucanı yutan balık sürülerini andıran teistlerden farklı olarak kuvvetli kuşkular taşır. Ancak bir agnostiğe getirdiğim en büyük eleştiri, kuşkusuyla inşa ettiği evinin içinde başını dışarıya çıkarmadan ölene dek oturmayı seçmesidir.


Ortaya çıkan sonuç ise acıklı olmuştur. Ne idealizme ne de materyalizme uzanabilmiş,  bulanık bir düşünce tablosu çıkmaktadır. Yazı boyunca agnostisizmi düşünsel olarak başka, yaşayış olarak başka ve birbirine tamamen zıt iki düşünceye benzeteceğim ve bu fikrimi tüm nedenleri ile sunacağım. Öncelikle, neden özellikle zayıf agnostiği "çekingen bir idealiste" benzettiğimi izah edeceğim.

 

Zayıf agnostik, evrenin yasalarını kabul eder ancak temel önermesi bunun ötesine geçer. Yasalarıyla birlikte tüm bu evrenin ardında, bir bilinci olan ve klasik ahlaki yargılarıyla tanıdığımız ilahi bir gücün bulunup bulunmadığını bilemeyeceğimizi öne sürer. Sorun burada açıkça kendini gösterir çünkü tartışılan konu her ne olursa olsun, bir agnostiğin  "asla bilemeyiz" demesi, onun aynı zamanda tanrının / tanrısal bir kudretin varlığının çürütülemeyeceğini de savunduğu anlamına gelir. Tanrıyı "reddetiği" orana eşit olarak tanrıyı bir ihtimal olarak "kabul" de eder. İşte tam bu noktada agnostik, aslında gizli bir idealist olarak karşımıza çıkacak ve farkında olmadan dogmatik idealist düşünceye saplanacaktır. Zira tanrıyı neden varsayabildiğini açıklayamaz. O'nun varlığını hangi nedenlere dayandırarak ihtimal dahilinde tuttuğunu açıklayamaz. 


Çok net biçimde biliyoruz ki "kanıt" kavramı üzerinde bir dikotomi niteliğinde olan, teoloji felsefesindeki hararetli çatışmaların temel iki öznesi idealizm ve materyalizmdir. Ancak bu iki kanadın arasında, üçüncü bir düşüncenin aslında hiçbir geçerliliği yoktur. Geçerlilik ile etki alanını kast etmekteyim. Şu noktaya çok ama çok dikkat ediniz : Evrenin duyumsanabilir özelliklerini, klasik fizik ve kuantum fiziği sentezi ile açıklamak için kolları sıvayan günümüz pozitif bilimlerinin bulgularını kullanmakta hiçbir çekince göstermeyen agnostisizmin, tanrının varlığı konusundaki kanıt yokluğuna karşın benzer cesareti gösterememesi, bu düşüncenin temel sorunu ve çelişkisidir. 






  • Güçlü Agnostik ve Savunusu (Kutudaki Kedi Argümanı)

Agnostisizmin diğer kanadı olan güçlü agnostisizm, tanrının varlığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini, bu konuda yeterli verinin hiçbir zaman var olamayacağını, insanın bu bilgiye hiçbir zaman erişemeyeceğini savunur. Bunun nedeni, insanın, ilahi aşamayı tam anlamıyla kavrayabilmesi için gereken yetkinliğe hiçbir uzay / mekan ve zamanda ulaşılamayacağı düşüncesidir. Yani durum "sonsuza kadar asla" dır.       Bunu not alayım, güzel bir film adı olur. "Never, forever and ever" falan gibi.


Genelde güçlü agnostik ile tanık olduğumuz sav şudur : "Bir adam bir kutu getirir ve içinde bir kedi olduğunu söyler. Teist sorgusuzca kutuyu alıp ölene kadar kutu içindeki kediyi "var" varsayar. Bundan asla şüphe etmez ve bu inancı değişmez. Bu bir ön-kabuldür. İnancı öyle kuvvetlidir ki kutuyu gerçek bir şüphe ve eleştirel bakışla inceleme ve irdeleme ihtiyacını dahi hissetmez. Hatta onu yok saymaktan korkar. Agnostiğe göre ateist ise adamın getirdiği kutuya bakmadan "kesinlikle içinde kedi yoktur" demektedir. 


İşte tam bu noktada, agnostiğin ateist ile ilgili fikirlerine ilişkin bir sürü problem ve bozukluk vardır. Çünkü ateistin bu kanıya kutuya bakmadan vardığını söylemek tamamen yanlıştır. Bilerek yapılan bir yanlış. Ateistin neden kutuya bakan tek kişi olduğunu açıklamadan önce, bu argümanın metaforik bozukluklarını göstermem gerek.


Öncelikle ortada kutu getiren bir adama benzetilecek hiçbir 'tanrı' kavramı yoktur. Yeryüzünde binlerce inanış ve en iyimser kabulle diyelim ki yüzlerce tanrı vardır. Bu tanrılardan çoğu, tıpkı semavi dinlere benzer şekilde bir inanış-ibadet düzenlemesi anlamına gelen din sistemine sahiptir ve insanlara bunu aktarma gayesi gütmüşlerdir. Yani ortada yüzlerce kutu getiren yüzlerce adam vardır. Daha trajikomik olanı ise bu adamların her biri, kutularının içlerinde yüzlerce farklı kedi olduğunu söylemektedir. Yahweh, Yehova, Eli, Eliah, El-ilah, Allah ya da adı hangisini beğenirseniz artık, tanrının var olduğundan bahseden teiste daha tartışmanın en başında sorulması gereken soru "Hangi tanrı?" sorusudur. Bu soruyu hayatım boyunca sordum ve soracağım. Sorun, sordurun.


Gelelim ateizme getirilen agnostik eleştiriyle öle sürülen, "ateist kutuya bakmadan kedi yoktur diyor!" kısmına. Ateizm, dogmalardan mümkün mertebe sıyrılmaya odaklanması sayesinde, uygarlık tarihi boyunca doğadaki canlı ve cansız varlıkları nesnel bir metot ile inceleyebilmeyi en fazla başarabilmiş düşüncedir. Sosyoloji, jeoloji, matematik, fizik, dilbilim, tıp, astrofizik, ne sayarsanız sayın, bu bilimleri din veya tanrı ile yapamazsınız. Çünkü bilim değişir. Daha da fenası, bilimin nesnesi de değişir. Fakat din ve tanrılar değişmez. Değişemez. Değişirlerse nesneleşirler. Haliyle nesne olan, kutsal olamayacaktır. İlahiyat bile özünde tanrıya ve ona ilişkin olanı "bilimsel" metotla incelemektir. Adı bile "theo-logy" dir. Dahası, yurt dışında bir ilahiyatçı gayet ateist bir birey olabilir. Tanrıya sövmemesi ya da 'bence teistler salaktır' vb. gibi ifadeler kullanmaması yeterlidir. Bilakis bu gibi saldırı ve hakaretleri hangi kesimin yaptığını hepimiz biliyoruz. Şu yazımda görebilirsiniz.


Neyi benimserse benimsesin, bir insanın düşünce dünyasını yaşam tarzı ile anlarız. İnsan, aklının içindeki gizli düşünceleri değil, yaşayışıdır. Yaşantımız ve yaptıklarımız yerine düşünce dünyamız ve içimizde olup bitenler ile kendimizi tanımlayamayız. Şöyle bir örnekle destekleyeceğim : 


Tanrı "varsayılacak" ise eğer, bir ateist çoğu zaman bir teistten (iyilik edimleri hakkında) daha 'teist'  olan davranışlar içerisindedir. Bunun diğer kutbunda, bir teist çoğu zaman bir ateistten daha "kafir" denilesi (dine göre) tutumlar içerisindedir. Görüldüğü gibi bu zıtlıklar, kişilerin düşünce dünyasından bağımsızdır. Tüm bu varsayımları, tanrının varlığının pozitif (+) kabul edildiği bir düşünsel tabanda öne sürüyorum. Bu nedenle dünyada teist insan sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Tanrı(ları)nın buyurduklarını hayatına yansıtabilmiş kullar olabilmekten söz ediyorum. Gerçek ve örnek bir teist olmaktan. Sahiden örnek alınabilecek bir mümin olmaktan. Aynanın karşısına geçip bugüne kadar yaptıklarınızı tepeden tırnağa bir hesaba çekin, çok derin muhakemelere girerek inancınız ve yaşantınızı kıyaslayın. Ne demek istediğim ortaya çıkacaktır.


Her koşul ve durumda kendine karşı dürüst olmaya çabalayan insan, en sonunda kendi rönesansını gerçekleştirecektir. Yaşayış konusunda agnostiklere söylemek istediğim şey de benzer aslında. Tutarsızlıktan ziyade, kategorizasyon sorunu olduğunu düşünmekteyim. Evet kategoriler saçma, sıkıcı ve despot görünebilir fakat ne olursa olsun prototipler esastır. Tasavvufçu değilseniz eğer, evren kategorilere ayrılmadan anlaşılamıyor ne yazık ki.

Amaç, bilinemezcilik koridorlarında labirent oyunu oynamak ve yalnızca kuşkuya sığınmak ise eğer, ben de  sevgili agnostiklere nasıl yaşadıklarını hatırlatmayı; dışarıdan nasıl göründüklerini onlara göstermeyi seçiyorum. Yazıyı anlık yarattığım bir mektupla bitiriyorum.

_______________M____E____K_____T______U____P__________

Sevgili agnostikler, 


Denge gibi görünen bir illüzyon içerisindesiniz. Tanrıya işaret eden ipuçlarının varlığı ve yokluğuna dair kanıtların eşit ağırlıkta olduğunu düşünüyorsunuz. Teoride orta noktada yer aldığınıza inanıyorsunuz ancak pratikte gerçekler ortaya çıkıyor. Nasıl mı?


İbadet etmiyor, tanrıyı hayatınızın hiçbir parçası yapmıyor ve dinlerin insan ürünü olduğunu kabul ediyorsunuz. Dini ritüeller sizi heyecanlandırmıyor çünkü insanlık tarihini ve bunların ortaya çıkışını biliyorsunuz. "Tanrı vardır" fikrine karşı kanıt yetersizliği nedeniyle cesurca sırt çevirebiliyorsunuz. Tanrının tehditlerinden korkmuyor, ödül diye sunduklarıyla ilgilenmiyorsunuz. Öte dünyaların imkansızlığının farkındasınız ve kızgın ateşte namaz kılmak, yanan derilerinizin soyulup soyulup geri gelmesi ya da vadilerinden ırmaklar akan güzel meyveli ortamların ölüm korkusunun getirdiği hülyalar olduğunu sezinleyebiliyorsunuz.

 

Tüm bu parçalar birleştirildiğinde, ilahi ve fani olanı yeterince ayırt edebildiğinizi de kabul edersek, aslında her biriniz ateizmin kollarında sıcak, şefkatli ve ninni dolu bir uyku çekiyorsunuz. Çünkü agnostik, yaşayış tarzından inancına, ötekileştirilme şeklinden toplumda dışlandığı alanlara, doğa karşısında kendisini konumlandırdığı yerden tutun da kadere karşı tavrına kadar,  kuşkusundan sıyrılamamış ateistten başka hiçbir şey değildir.


Hayatınızı en az bir ateist kadar "tanrı-sız" sürdürdüğünüzü unutmayın. Huzurlu uykunuzu biraz bölmüş oldum. Bağışlayınız.

Sevgilerimle,


Buranuna


______________________________________

-fin


11 Aralık 2020 Cuma

Mucizenin Keşfi


Hume, mucize için keşfettiği argümanı üzerine konuşurken kendini çocuklar gibi mutlu hissetti. Haklıydı. İşleyen bir kafanın ürettiği şeyden duyulan tatmindi bu. Keşfini şöyle dile getirmişti :


"Bir argüman keşfettim diye kendimle övünüyorum. (Ki) bu argüman eğer doğruysa, akıl ve öğrenilenle birlikte batıl itikatlı yanlış inanışların her türlüsüne sonsuz bir denetim sağlayacaktır. Tahmin ediyorum ki tüm tarihte uzun süre boyunca mucizelerin ve harikaların hesapları bulunacaktır. Kutsal ya da kafir.

Tüm tarih boyunca hiçbir mucize yoktur ki iyi niyetinden, eğitiminden, şüphe duyulmayan ve bizi tüm hilelerden koruyacak kadar öğreniminden endişe etmediğimiz yeterli sayıda kişi tarafından buna tanıklık edilmiş olsun. Bu kişiler, diğerlerini aldatacak kadar şüphesiz dürüstlük sahibi kişiler olmalı. Yoktur, bir yanlışlığa dahil olunması durumunda kaybedilecek çok şeyi olan insanlığın gözünde itibarlı tanıkların gördüğü bir mucize..."


İşte hayat boyu peşinden gidilecek olan, buna değen en yüce haz da yine budur. Emin olduğum bir şey varsa, hiçbir hazzın bu tatminle yarışamayacağıdır.





:


20 Temmuz 2020 Pazartesi

Teolojik Dilde Saklanan Retorik




Bir tiyatro çıkışı sırasında, Portekiz Yahudi Cemaati üyesi tarafından bıçaklanan Spinoza, (bu olaya rağmen) bir unvan kazandı. Macellan tipi Beagle gemisi ile toplamda beş yıla yaklaşan seyahatleri sonucunda bağlı evrimsel değişimleri fosil almanakları ile bilimsel tabana oturtan Darwin, anakaraya döndüğünde mükemmel tasarımcılar tarafından bir unvan kazandı. John Locke, yeni doğmuş zihnin doğru-yanlış yönergeleriyle dolu olamayacağını kiliseye haykırdığında bir unvan kazandı. "Çâr, penc ü şeş sırlar menem" gibi muhteşem, aşkın bir farkındalığa hayat vermiş olan, Ene'l Hakk'ı din bezirganlarının suratlarına çarpınca derisi yüzülen İmadeddin bir unvan kazandı. 


Bu unvan ki özellikle köktendincilerin severek kullandıkları, tehlikeli gördükleri her düşünceyi yaftaladıkları, insanlık tarihinde en çok ölüme neden olmuş şeydir : Kâfir.


Semavî dinlerin kutsal kitaplarında, din ya da ilgili tanrıya bağlı olmayan her insan için kefere (كفر) = ört- / karart- masdarı üzerine > kâfir (كافر) "örten, gizleyen" anlamında bu sözcüğe rastlanır. Ben hiçbir zaman sure-ayet tartışmasına girmedim. Bu örnekleri vermeyi yıllar önce bıraktım. Zira çok daha geniş altyapısı olan, insan aklı ve mantığının düzeneklerine yakışan savları tercih etmek her zaman daha verimli tartışmaları doğurur. Öyle de oldu. Ancak ilgilileri için Kuran'daki tüm örnekleri* yazının sonuna ekleyeceğim. Bu yazıda merceğe alacağım şey sözcüklerde gizli. Teolojinin ardı arkası kesilmeyen suçlamalarını dilbilgisel açıdan ele alacağız. Bu yazı, şimdiye dek ayet ya da doğrudan kutsal metin örnekleri verdiğim ilk yazı olabilir. Büyük olasılıkla direkt olarak kutsal metinler üzerinden argüman üreten ilk yazım da olabilir. İlkler heyecanlıdır. Heyecanlı olacak mı, göreceğiz.


Bugüne kadar karşılaştığım tüm ilahi sistemler, doğal olarak kendi inanç sistemleri içinde insanları birer mürid olarak kendi yollarına davet eden nitelikteydi. İnsanların kendisine gelmediği, kendisini tercih etmediği, kendisine tapınmadığı, kendisini umursamadığı tanrının bu cihanda işi nedir? Öyle vasıfsız kutsalı kim ne yapsın? Tribünlerinde 10-15 taraftar bağıran amatör küme takımlarından farkı kalır mı böyle kuvvetli tanrıların? Bu ilahların tümü, tam da bu motivasyon ve erek ışığında,insanlığı dizinin dibine davet ederlerken, aynısını bizzat siyasette gözlemlediğimiz "ötekiler" tutumunu da takınmayı unutmuyorlar. 


İşte bu "ötekiler" söylemi, öylesine merhem oluyor ki ilahi propagandaya, öylesine harlıyor ki müridlerin ateşini, öylesine sıcak ve akışkan tutuyor ki öfkeyle akmaya elverişli "inançlı insan" kanını. Pekala, her zamanki gibi soralım :  Ötekiler tam olarak kimlerdir? Nasıl bir düzlemi var bu söylemlerin? Kulları ayrıştırmak için hangi yöntemler izlenmiş olabilir? 


Elbette sözcükleri birleştirip içlerinden merak dolu o ilk cümleleri çıkarmış ve tarihe kazımayı başarmış olan, ilk kez başıboş ifadeleri birer bilgi-sevici çizgiye yerleştirmiş olan Thales'in yaptığı gibi : dil yoluyla. Tanrı sözünü aktardığını ve kutsal kitaplarda (genellikle) değişmeden bugüne ulaşabildiklerini iddia eden dini metinlerin yaptığı da tam olarak budur. Ötekileştirmeyi dile gizlenmiş bir biçimde yapmak. 

İnancı olmayan insan için neler dendiğini bilir misiniz? Bize en yakın kutsal kitaptan biraz örneklendireyim. Bu yazıyı okuyan her birey, üşenmesin ve alttaki örnekleri tek tek kontrol etsin. Bir tek yanlış bulana, evine en yakın yerdeki en kaliteli tatlıcıdan benden 1 kilo baklava.


YALANCI - En'am 28, Tevbe 107, Nahl 39; 105, Mü'minun 90, Şu'arâ 222, Zariyat 11, Mücadele 18

AKILSIZ - Bakara 13, Maide 58 

AZGIN - Bakara 15, A'raf 186, Yunus 11, Mülk 21, Kalem 31, Mutaffifin 12

SAPIK - Fatiha 7, Bakara 16, Al-i İmran 90, Nisa 116, A'raf 146, İbrahim 3, Nahl 36, Hac 12, Neml 81, Şu'arâ 97, Sebe' 8, Zümer 22, Fussilet 52, Şura 18, Zuhruf, 40, Ahkâf 32, Kâf 27
 
CEHENNEM ODUNU - Enbiya 98, Cin 15

HAYVAN  - Bakara 171, Araf 179, Furkan 44, Muhammed 12, Müddesir 51, Maide 60, Meryem 86

[Hemen üstteki örneklerin tamamına yakınını, bu güzel derlemeyi yapmış olan ve yazımdaki örneklemimi kolaylaştırmamı sağlayan sonsuz.us sitesinden aldım. Kendilerine emekleri için buradan teşekkür ederim.]

ve ek olarak bunların yanında, hadis ve yan ayetler yoluyla : 

KÖR. 
SAĞIR.
DİLSİZ.
KALPLERİ MÜHÜRLÜ.
EKSİK.
ALGISI BOZUK.
KOLAYA KAÇAN.  (En gülünç olanı da budur herhalde)

gibi benzetmeler, belki ibadetlerden daha sık biçimde yapılmaktadır. Tanrılarımıza teşekkür ediyor ve uğurluyoruz. Çok incesiniz efem. 

Şimdi, mekanın sahibi benim arkadaşlar dedikten sonra, tanrımız bizlere canı istediği gibi ulu orta hakaret etti mi, etti. Ancak bu bir sonuç değil nedendir. Bu neden, insanlar arasında sonuçlar doğurmuştur. Bu bölümden sonra, toplumda yaşayan ifadelere dikkat çekeceğim. Doğrudan dilde bulunan ve ne acıdır ki üzerinde kimsenin düşünmediği ifadelere ışık tutmak istiyorum. Türkçe için konuşursak, bir giriş yapalım : herhangi bir inanç taşımayan kişiye ne denir? 

ateist, inançsız, dinsiz, allahsız, imansız, kitapsız vb.

Şimdi tekrar okuyacağız.

a(anti)-teist
inanç-sız
din-siz
allah-sız
iman-sız

Latince ve Orta Çağ'da ondan beslenen İngilizcedeki eşdeğer sözcük de bu durumdan payını almıştır. Tüm Hristiyan camiası ve İngilizce İncil kopyalarını düşünürsek, dünyanın tamamına yakını bu sözcüğü işitmiş olmalı.

"in-fidel" sözcüğüne bir göz atmak gerekirse : 
infidel < in [prefix]+ fidelis (faithful) = sadakatsiz, imanı olmayan.


Bu ifadeler, bizlere bir şeyi işaret eder. Gözümüzün önünde duran ancak hiçbir zaman üzerinde durulmamış bir şeyi. Tanrısal ötekileştirmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak, inancı olan insan, inancı olmayan insana durmaksızın "eksik" gözüyle bakıyor. Bunda hiçbir sorun görmeyerek bunu diline yansıtıyor. "Allahsız" sözcüğü Türkçede çoğu zaman hakaret olarak kullanılıyor. "Kitapsız" sözcüğü, vicdansızca suç işlemiş kişiler için kullanılıyor. Bir insan, kendisine ağır bir kazık atmış kişiye "Allahsız, kitapsız!"  diyor hiç düşünmeden. Haber metinleri, ülkemize özgü mevcut zeitgeist nedeniyle tüm bu kullanımları destekliyor. Oysa ne büyük trajikomedidir ki insanlık tarihinde kazıkların en yağsızları, en büyükleri her zaman en 'inançlılar' tarafından sunulmuştur kitlelere. 


Peki, bu ifadeler ile çocuk yaşta karşılaşan bir zihin, neyi benimseyecektir? Tam olarak "Dini bir inanç taşımamanın default olarak eksik olma, bulunması gereken şeye sahip olmama, tamamlanmamış olma anlamına geldiğini" benimseyecektir. Bu akıl dışı, saçma sapan ilişkilendirme yüzünden tarihselliği olan büyük dinleri benimsemiş her toplumda, inancı olmayan insanlar 'eksik' görülüp garipsenirken inancı olanlar norm-alleştirilir. Hala çoğu insan, "Nee! Nasıl yani? İnanç-SIZ mısın!?" gibi tepkiler verir. Ben hayatım boyunca, dünya dışı formların koloniler halinde gezegenimizi işgale geldiklerinde vermeyecekleri tepkileri, yalnızca "ateistim" dediğim için bana yansıtan onlarca insan suratına şahit oldum. 




İnanmayan insan, -sız, -siz, -suz, -süz değildir. Mahrum değildir. Bir dini-ilahi inanç taşımayan insan ötekileşmiş, farklılaşmış, özünü yitirmiş değildir. Eksik değildir. Kör değildir. Bilakis asıl değişen, üzerinde kılıf olan, inanan insandır.  İnanan insan inançLIdır. AllahLI, kitapLI, din, imanLI'dır. Sakın fazlalığı olan, şişmiş olan, bu yüzden de ötekilere "eksik, az" diyen, inançlı insanın kendi kibiri olmasın?

Çünkü inançLI insanların sandığı ve daha da kötüsü koşulsuz sorgusuz ikna olduklarının aksine,  hiçbir insanın beynine tıkılmış biçimde inançlarla dünyaya geldiği görülmemiştir 


- fin. Kafirler sizi gidi sizi!









__________

*Yukarıda bahsettiğim ve inançsızlar hakkında Kuran'daki sözcük envanteri literatürlerinden yazı sonuna eklediğim kutsal metin örnekleri : 

Bakara : 19, 24, 34, 89, 90, 98, 104, 105, 161, 191, 217, 250, 254, 264, 276, 286
Al-i İmran :  13, 28, 32, 91, 131, 147, 
Nisa :  37, 101, 102, 139, 140, 141, 144, 151, 161
Maide : 44, 54, 57, 67, 68, 102
En'am : 28, 122, 
Araf : 37
Enfal : 15, 18, 19, 65
Tevbe : 32, 37, 40, 68, 69, 73, 120, 125, 
Yunus : 86
Hud : 42, 48
Yusuf : 87
Nahl : 27
İsra : 8
Kehf : 102
Meryem : 83
Furkan : 52, 55
Kasas : 86
Rum : 14, 45
Ahzab : 1, 8, 48, 64
Fatır : 39
Yasin : 70
Saffat : 21, 63 
Sad : 4, 74
Zümer : 3, 32 ,59, 71
Mümin : 6, 14, 25, 50, 74, 85
Fussilet : 50
Şura : 26
Zuhruf : 24, 30
Muhammed : 11
Fetih : 13, 29
Kaf : 2
Kamer : 8, 10 ,43 
Hadid : 20
Mücadele : 4, 5 
Mümtehine : 10, 13
Saff : 8
Tegabün : 2
Tahrim : 9
Mülk : 20, 28
Hakka : 50
Mearic : 2
Nuh : 26, 27
Müddesir : 9, 10, 31
İnsan : 4 
Nebe' : 40
Abese : 42
Mutaffifin : 34, 36
Tarık : 17   
ve daha niceleri.






16 Temmuz 2020 Perşembe

Evrenin Niyeti

'Evrende neden kötülük vardır?'
'Evrendeki kötülüklerin kaynağı nedir?'

Bu soruları soran zihin, kendisine asıl soru olan "kötülük nedir" ve "kötülük mümkün müdür" sorularını sormadığı için, olduğu yerde yıllarca sayan, kendi kendini hasta eden bir düşünce taşır. Yine de ben,k ötülük ve iyiliğin kaynağı üzerine çok farklı insanlarla girdiğim tartışmalarda, bir ikna metodu olarak bu gibi argümanlarla fanatik tutumlara girmeyi gerekli görmüyorum. Bir insan iyilik ve kötülüğün ontolojisi üzerine ikna edilebilir mi? 

zihninde iyilik ve kötülük kavramları bulunan ve hatta bunları etik çizgisinde tanrının buyruk ve yasakları arasında varsayan bir insanın düşüncelerini değiştirebilir miyiz? İşte tüm bu tıkanıklıkta, iyi-kötü argümanını yıkmakla uğraşmak yerine, evrende gerçekten bir tür kötülükler silsilesi bulunduğunu ön-kabul ederek önerme geliştireceğim. Bunu, yalnızca kendi kendisinin nedeni olan evren adlı fenomene işaret edebilmek adına yapacağım.

Söylediğim gibi, evrende kötülük denen şeyin olduğunu kabul ettik diyelim. Her şey çözüldü aslında. Yanıtı ıskalamak imkansız : Evrendeki kötülüklerin nedeni, evrendir.

Felsefede bir soruna getirilen her açıklama, ilgili sorunu sadeleştirmeli ve hafifletmelidir. Aksi halde açıklama kılıfındaki her söz, politika dolu ad hominemlerden ibaret olacaktır. (bkz: occam'ın usturası).
Evrendeki kötülüklerin nedenini evrene dayandıran sözlerim, açıklamayı totolojik biçimde sunmuşum hissi verebilir. Ancak totoloji bazen çok keskin bir kılıca dönüşebilir.

Evrendeki kötülük nedenine ilişkin sorun, aristoteles'in 4 nedenselliğini kapsayan bir konudur. 4 Neden için artık kalıplaşmış, çok temel ve yüzeysel bir açıklama bulunur : 


Maddi Neden : Bir şeyin hangi maddeden kaynaklı oluştuğunu gösteren nedene, maddi neden denir. Örneğin bir mezar taşının meydana gelmesi için hiç kuşkusuz bir maddeye, örneğin mermere ihtiyaç duyulacaktır. Mezar taşı, mermerden üretilecektir. Böylece mermer, mezar taşının maddi nedeni (causa materialis) olacaktır.

Formal / Biçimsel Neden : Bir şeyin biçimsel nedenine, formal neden denir. Yukarıda bahsettiğimiz mermerin mezar taşı biçimini alabilmesi için, mermerde bir “mezar taşı olma” potansiyelinin bulunması ve mermerin mezar taşı formunu, biçimini kazanması gerekir. Böylece mezar taşı formu, mezar taşının meydana gelmesi için ikinci şart olacaktır. Böylece mezar taşı formu, mezar taşının biçimsel nedeni (causa formalis) olacaktır.

Etken Neden : Maddenin biçim kazanmasını sağlayan nedene, etkin neden, etken neden ya da fail neden denir. Örneğin mermerin mezar taşı formuna gelmesi mermerde kendiliğinden gerçekleşmez. Mermeri yontup onu mezar taşı formuna sokacak bir kişi, bir yontucu, zanaatkar ya da taş ustası gerekecektir. İşte mermeri yontan taş ustası da mezar taşının etken ya da etkin nedeni (causa efficiens) olacaktır.

Ereksel Neden : Bir maddenin biçim kazanmasında, son olarak bir de amaç bulunmalıdır ve işte bu amacı gösteren nedene de ereksel neden adı verilir. Taş ustası, mermeri bir forma sokmaya çalışırken zihnindeki amaç, mermeri bir mezar taşı biçimine getirmektir. Bu amaçta, taş, bir mezarlıkta ölünün başucuna dikilecek, onunla ilgili bazı temel bilgileri kitabe gibi taşıyacaktır. Böylece dördüncü neden yani amaç ya da erek neden (causa finalis) de belirlenmiş olacaktır.
 

                                      D. Palmer'ın Nedensellik İllüstrasyonu (Türkçeleştirip sadeleştirerek ekledim)

Aristoteles her zaman, kendinden önceki dönemlerde ortalığı kasıp kavuran aşırı kutup idealist filozoflara "hele bir durun gardaş" diyen düşünür olarak bilindi (Kendisi Sivaslı değildir). Onun bu nedensellik enstrümanı, bir olayın kavranması için ilgili dört nedenin bilinmesinin en iyi yöntem olduğu üzerine inşa edilmiştir. 

Çıtır gevrek 2 ön-soruyu bu noktada ekleyecek ve sonrasında aşağıda tartışacağım : 

1-Soyut ve somut her türlü nesneye uygulayabilir miyiz?  
2-Evreni 4 neden düzleminde biraz olsun sorgulamak olası mıdır? 

Evrendeki kötülükten biraz olsun söz edebilmek için, evrenin nedensel yönünü [causative aspect] tepeden tırnağa didiklemek zorundayız. Şu an önümde duran, dumanı aheste aheste tavana salınan kahve bardağını bile böylesi ütopik şahanelikte bir çözümlemeye sokamayacakken, evreni masaya yatırmak dünyanın en kısa fıkrası olacaktır. Kahvenin dahi nedenselliğini, elbette ki tatmin edici nitelikte bir nedenselliğini kuramıyorum. Ne var ki merakım yüzünden bu yazıda düşünsel oklarımı evrene çevireceğim.


Aristoteles'in yukarıda özetlenmiş olan önerisi, her nesne gibi evren'in de bir materyal olarak ele alınabileceğini ve algılanabileceğini / bilinebileceği yanılgısına ittiriyor bizi sırtımızdan. Bu büyük bir iddia olur. 


Çok kapsamlı izahları mümkün kılan ilk üç nedene hiç itirazım yoktur. Hatta doğrudan nedensellik için bir yazı hazırlayacağım. Ancak... Konuşmamız gereken bir şey var.

En amatör filozofun bile ilk olarak gözüne çarpacak şey, nedensellik denkleminde evrendeki "ereksel neden"e ilişkin problem olacaktır. Zira evreni bir amaç üzerine oturtamıyoruz. Beynimizdeki tatmin sandalyelerine oturmuyor hiçbir düşünce. Hepsi ayakta kalıyor. Problemimiz şu :  evrene bir gaye yükleyemiyoruz. Evren adına konuşan kişiler, ona ilahi bir niyet atarlar. Kutsal bir üniforma giydirme işlemidir bu. Evren ve onun canlı döngüsü doğa. Doğa, evrenin teknik işleyişinin adıdır. Ereksel nedendeki sorunlar için ben, öncelikle doğada bulunan rüzgarın ereksel nedenini tartışacağım.

Rüzgar denen olgunun ereksel nedenini saptarken, zihin kritik kısa devreler yaşıyor. Doğa olaylarının seyrinde küçük bir bileşen olan rüzgara, bir niyet dayatmaya kalktığımda yaşıyorum bu kısa devreleri. Yukarıda 4 neden örneğinde şunu söylemiştik : mezar taşı yontulacak ve ölünün başına dikilecekti. Peki rüzgarı bize üfleyen evren, bunu tam olarak ne için yapıyor olabilir?




İlkel toplumlar, hatta sosyolog okurlarımızı memnun etmek için topluluk ya da grup diyebiliriz, doğa olaylarını büyük bir şaşkınlıkla gözlemlerdi. Kavram haritası oluşmaya başlayan ve soyut düşünmeyi becerebilen daha yakın dönem sapiensler için doğa yalnızca bir gözlem tahtası olmaktan çıktı. Bu, tam da yukarıda süslü sözcüklerle bahsettiğim gibi, doğaya da kendisininki gibi bir bilinç atamaya yöneltti eski insanları. Yıldırımlar ve patlayan volkanlar öfkeden çılgına dönmüş bir bilinçli doğa iken yağmur bahşederek toprağı bereketlendiren, kirleri yıkayan, ormanı yeşerten ve nehirleri yükselten doğa da merhametini gösteren bilinçli doğa oldu. Bu, içerisinde adeta düşünen karıncalar gibi gezdiği koskoca yapıda yalnız başına kalakalmış olmak düşüncesinin tetiklediği insani bir bilinçlendirmeydi. Ne tuhaftır, önce evrimleşerek bilinçlenmek, sonra etrafını ve doğayı (sahte ve kaynağını yalnızca kendisinden alan, yine doğa tarafından yontulmuş materyalist bir bilinçle) bilinçlendirmek.



İşte kendi duygularını keşfeden insan, doğadaki neden-sonuçları bir amaca yormaya böylece girişmiş oldu. Bugün hala bu insanların devamını görebilmek mümkün. 2020 yılında depremleri penis ve vajinanın kavuşmasından başka bir şey olmayan ancak kendi düşüncesiyle "zina" adını verdiği şeye yorabilen, selleri, tsunami ya da çığ gibi felaketleri inançsızlıkla açıklayabilen hayret-i mucip insanlar. Bu düşünce tarzına her zaman iğrenmeyle karışık, dumura dayalı bir hayranlık duymuşumdur. Adından da anlaşılacağı üzere çok özel bir his.


Doğa olaylarının öylesine vücut bulamayacağı, her zaman bir niyetli eylem bulunduğunu düşünen kişiler için sonsuza dek kişileşmiştir evren artık. Ancak burada bir çelişki yatıyor. Bu kimseler, ne kadar komiktir ki genellikle evreni kusursuz, mükemmel gören kimselerdir. Bu genelleme sahiden tutarlıdır. Öfke gösterebilen, şefkat gösterebilen, adeta bir insan gibi olaylara böyle duygusal tepkiler veren, rastgele penislerin rastgele vajinalara girmesi (ya da eşcinsel ilişki) nedeniyle sinirden küplere binerek ilgili bölgede irili ufaklı ne kadar canlı varsa silip süpüren ve "ona göree haaa" diyebilen bir doğayı mümkün görüyor bu düşünce. Böylesine kurgulara çizgi romanlarda bile  rastlayamıyoruz artık.

Bilim ile felsefenin farkını tartışmayı seven, hayatını buna adayan kişiler olduğunu biliyorum. Bilim ile felsefe üzerine bir yazı eklemeyi düşünüyorum ancak doğayı evrensellikten kopmuş bir bilim (güneş 1 mm oynarsa dünya kül olur vb.) ve evrensellikten kopmuş bir felsefe (varoluş ve canlılığın merkezini insan kabul eden görüş, eşref-i mahlukat izahı, hayatı tanrının eseri kabul etmek vb.) ile yorumlayan kimseler nedeniyle bu niyetli evren (böyle yazınca da oruçlu gibi oldu) safsatasını kaleme almak gerekiyordu.


Yukarıda temel örnekler vererek sözünü ettiğim şey, doğaya iftira gibi yapıştırılan bu yamuk bilinçtir. Ereksel neden, insan ve ona bağlı ya da onun ürettiği nesneler için geçerli olabiliyor; ancak üst yapılar (doğa-tanrı-evren-manevi alemler vb.) için sekteye uğruyor. Elbette ereksel bir nedenden söz ettiği için Aristoteles'e idealist demek gülünç olur. Ancak ereksel nedeni, doğaya niyet biçen insanlara karşı argümanlarıma uyarladığımda ne yazık ki durum beni buna götürüyor. "Erek" sözcüğü evrene atfetildiğinde, görüldüğü üzere sorunlar içinde kalıyoruz. Öünkü ona yamanan karakteristik nitelikler, insanınkilerden öte bir şey değil. Bir şeye bakıp onu kendin ile açıklamak felsefe ise gerçekten bu satırların hiçbir önemi yok demektir. Anlaşılamayan her şeyi, bir süje olarak kendisi üzerinden açıklamaya kalkışan felsefaciacıların ereksel nedenlerle donatılmış dünyalarına dil uzatmayacaksam, benim zihnimin hiçbir önemi yok demektir.

İşte böyle, cansız olanların en büyüğünü de kendinden yola çıktığı, hezeyanlar ve duygu seliyle bezeli algısını kullanarak bilinçli kılmaya kalkışınca, "Evreka!" sanrılarıyla parıldıyor idealist kişinin gözleri. "Tamam!" diyor. "Buldum!" Rüzgarın oluşumunda bir "amaç" ya da "niyet" aramaya girişiyor. Bu kişilik ve niyet kazandırma çabasını önce taşa, toprağa, suya, dünyaya, galaksiye ve en nihayetinde kainata yayıyor. Bir anda her şey "o" oluveriyor. Niyetçinin ta kendisi. Baktığı her yerde yalnızca ve yalnızca kendisini var ediyor niyetçi. Sonrasında kendi fikirlerinin narkozuyla, idealizmin kandırmaca dolu renkli ancak bol dogmalı koridorlarında kaybolmaya bırakıyor kendisini. Nihayetinde şu cüretkar cümleyle çıkıveriyor o koridorlardan : "Hayatın bir amacı var!"  "Varlığımız bir sınav!"  "Her şey bir test!"  "Hayat bizi imtihan ediyor!"   


Hayatın amacından önce, doğanın amacı sorgulanmalıdır. Doğayı ne kadar anlayabildik ki hayat denen akışa sıvadık düşüncemizin kollarını? Zaten tüm bu iyi-kötü dualizmi, doğaya ve hayata karşı bitmek bilmez don biçme girişimleri yüzünden peydah oluyor. Haydi, şimdi hep birlikte 2004 yılındaki Endonezya tsunamisinin ikinci saatinde, küçücük bir bebeğin üzerine elektrik direğini savurarak annesinin gözleri önünde onun paramparça olmasına birinci elden 'neden' olan rüzgarı bu amaca sığdıralım. Bu rüzgarın kesin bir amacı vardır. Hatta saatte 450 mil (yaklaşık 800 km) hızla hareket eden katil su kütlelerinin de ereksel nedenleri vardır. Penis, anüs ve vajinayla falan ilgiliydi sanırım.

İşte 4 neden zincirinde erek sözcüğü, niyetçinin sevdiği çarkları döndürüyor. Bana kalırsa bu çarklara çomak sokmak gerekir. Evet evrene çok güzel, şirince determinist izahlar getirebiliriz. Evet ucuz bir kaderci olabiliriz. Hatta daha ileri gidebilir ve doğanın yaptıklarını iyi-kötü olarak değerlendirme cüretini de gösterebiliriz. Ancak bu teşebbüslerin sonraki aşaması, evrene amaç yüklemek. Saniyesinde tanrı fikrinin soyut ve somut her türlü benliği sarması, hayatı tanrıya uhu ile yapıştırmak ve algıya asma kilit vurmak. Sonra ver elini cennet ve meyveler. Ne kadar güzel memleket.

Retorik hicvime artık ara veriyorum. 

Aristoteles, bilme eyleminin kökünde 'nedeniyle bilmek' olduğunu söylüyordu. Buna göre doğayı anlamak isteyen insanın, doğadaki tüm olgulara "neden" sorusuyla yaklaşması gerekir. İnsan, bir şeye ilişkin bilgiye sahip olduğunu, yalnızca onun 'nedenini' kavradığında düşünmeye başlar. Bu noktada, kötülük kavramına tekrar döneceğiz. Kötülüğün nedenini / kaynağını sorgulayacak olan insan için bilmeceli bir labirent başlıyor. Çünkü kişi, kötülüklerin temeline inmek için "neden kötülük var" diye sormak zorundadır. Bu, gece ve gündüz kadar açıktır. Ağrı ve acıları çözen eski şifacılar, ilk olarak ağrı ve acıların nedenlerini bulmuşlardır. Orta Çağ'da savaşçılara zırh yapan demirciler, ok ve mızrakla ölen askerlerin ölüm nedenlerini ve vücuttaki hayati noktaları bulmuşlardır. Kuzey Atlantik ya da Hint Okyanusu'nu geçen denizciler, yelkeni ittiren gücün nedenlerini bulmuşlardır. 

Dolayısıyla kötülüğü araştıran bu kişi, elini çok ağır bir taşın altına koyacak demektir. Zihinsel olarak elbette. Zihinsel eli, bu ağır zihinsel taşın altında zihinsel olarak ezilecektir. Bu kendi içinde düğüm olan, çıkmaz sokaklı sözcüklerle dolu hatalı felsefi soruların hipnozundan uyanıp "kötülük var mıdır" biçimindeki can alıcı soruyu sorabildiğinde, daha derin katmana inmeye hazırdır bu kişi artık. 


Birer süje olarak bizler için her nesnenin içkinlik sorunu da yukarıda tartıştığım "evrensel" probleme eşlik eder. Yani evrende her türlü kaosun olduğunu bilen birisi, onu anlamaya evreni dini nedenlerle sürekli güzelleyip duran insandan daha yakındır. Düşüncesi ne olursa olsun, kişi "kötülük var mıdır" sorusunu soramamışsa bile, potansiyeli gereği tüm sorunlara gebe olan evrenin her türlü pisliği ve kötülüğü doğurmasına şaşırmamalıdır. Yani kişi idealistse ya da kötülük diye bir şeyin olduğunu varsayıyorsa, evren hakkında sızlanamaz. Hayat hakkında sızlanamaz. 

Evrenin (ya da ibadet ediliyorsa herhangi bir tanrının) karnı, tıka basa kaosla doludur. Bu yüzden, hayatım boyunca evrende ahenk ve düzen gören insanları anlayamayacağım. Çok basit bir öneri getiriyorum. Hayatı acı günler için Sartre ya da Nietzsche, güzel günler için ise Epiküros çizgisinde yaşadığımızda, kaosun da sonsuz keşmekeşin de bizi pek rahatsız etmeyeceğini birinci elden biliyorum.

Evrende denge arama dengesizliğini göstermeyi bırakalı çok oldu çünkü. 





-fin
















14 Nisan 2020 Salı

"The Platform" Filmi Üzerine


Distopyalar hep güzeldir, ütopyaların sürrealliğini gözler önüne sererler. Ütopya zaten gerçeküstü olmalıdır, ancak ikisi kıyaslanırsa kat be kat tutarsız olan kurgunun ütopya olduğu görülebilir. Şimdi ise bir distopyadan söz edeceğiz. Platform'dan.

Bize uyandığında gözlerini 48. katta açan Goreng'in gözünden sunulan bu akışta, üç ana bileşen görüyoruz. Sistem (yönetim), insanlar ve katlarıyla birlikte platform. Mahkumlar, kapalı ve sınırlı bir mekan ve kontrolü elinde tutan bir bilinmez. Üç bileşen, şu an içinde nefes aldığımız evren kutusuyla birebir örtüşmekte.

Mahkumlar: Gelişkin organizma olan insan ve canlılar (filmde bir de köpecik var çünkü)
Kapalı ve sınırlı mekan : doğa
Kontrolü elinde tutan bir bilinmez : tanrı



Nihayetinde 333 kat bulunan bu yerde, her hatta 2 insan olduğunu biliyoruz. 666'ya götüren bu sonuç, şeytanın tatlı sayısını önümüze getiriyor. Film boyunca "insan" denen şeyi mi yoksa ayrı ayrı bölünmüş şeytanları mı izlediğimizi, senaryonun akışına göre hissediyoruz. Kim bilir, belki ikisini birlikte izliyoruzdur.

"Her şey yasak meyve ile başladı."

İnsan,  kökeni ister ilahi mitler ve efsaneler ister bilimsel açıklamalar alın, girdiği her ortama adapte olabilmiş ve gezegeninin tepeten tırnağa kuşatabilmiş nadir bir canlı olmuştur. Biz de uyandıktan sonra etrafta olup biteni anlamaya çalışan karakterimiz Goreng'in, başlarda her şeye yargı ve tiksinti ile baktığını görüyoruz.

Yavaş yavaş bir şeylere ikna olduktan sonra, elinde anlamı büyük bir şey görüyoruz. Bir elma. Goreng onu saklamak istediğinde, hücre dört bir yandan hızla kavrulmaya başlıyor. Bu noktada 'aaa cennetteki yasak elma!' diyenlere bir sözüm var : bingo.

Elmayı çalan Don Kişot'umuz yüzünden onları kavurmak isteyen yönetim, kendi sunduğu seçeneklerden birini seçen insanı (daha doğrusu Havva annemizi) hiddetle cezalandırmaya hazır tanrıya bir selamdı. Kendisinden yazı boyunca genellikle bu isimle bahsedeceğim. Don Kişot adı,  benim merceğimde filmde romanla birlikte iki ayrık gönderme içeriyor. İlki, bu tatlı delinin serüveninin edebiyat tarihinde bilinen ilk roman olması. Tıpkı elmayı kendine, kendi için alan ilk insanımız gibi. Bir sahnede hemen aşağıdaki hücrede Miharu'ya saldıran adamlara karşı deliye döndüğünde,  adamimiz Goreng, içinden gelen istemle haksızlığa savaş açıp yenilen sahte şövalye Don Kişot'a bu yolla benzetiliyor. Film boyunca duyduğu şeylere (platformda bir çocuk olduğuna, kadının bu çocuğa ulaşmak istediğine, 250 kat olduğuna, çocuğa ulaşabileceğine, yukarıya bir mesaj gönderebileceğine vb.) çok farklı şeylere doğrudan inanç besliyor. Yaşlı amcamızın ona "temiz bir kalbin var" demesiyle bu durum perçinleniyor.


Miharu demişken, asyalı ablamızın kat kat dolanabilmesi konusuna bir şeyler yazmak gerekiyor.

Bildiğimiz üzere platform, kat kat aşağı inen ve en dipten hızla yukarıya çıkabilen iki yönlü bir harekete sahip. Bu konuda platformun filmin sonunda roket hızıyla göğe yükseldiğini gören pek çok seyircinin "Ulan o zaman en alta inip bindikten sonra ve gitsenize yukarı manyak mısınız?" gibi yüzeysel şeyler söylediğine tanık oldum.


Platform, yalnızca en alt kata ulaştıktan sonra yukarıya yükselebiliyor.

Bu, yukarıya çıkmak isteyen birisinin tüm katları inmek zorunda olması demek. Tüm katları inebilmek, bu sisteme göre en alt katlara dek her kata bir süre uğramak ve orada durmak zorunda olmak demek (bunun süresiyle ilgili kısmı aşağıda ayrıca yazacağım). Belli bir kattan sonra kanibalizmin ne kadar yaygın olduğunu, hatta kendi vücudunun etini yemeye çalışanlar olduğunu biliyoruz. Öylece "binip gitsenize" demeden önce, sistemdeki biri açısından bu riski göze almanın ne kadar imkansız olduğunu (hatta belki de alanlar ve daha alt kattakilere yem olanlar olduğunu) gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu kısmı böylece kapatıyorum.





Görüyoruz ki tüm bunlara sebep olan bir şey var. Bütün filmin, yani bu düzeneğin tamamının çekirdek noktası olan, tartışmasız tek şey : "yemekler".  Elmaya değindim, peki diğer yiyecekler? Öncelikle yemek konusuna bir bakış atacağım. Tepedeki şefin yemeklerini ve hatta Panna Cotta'yı kutsal kitap olarak yorumlayan analizlere katılmıyorum. Zira kutsal kitap, senaryoda yemeklerin konumuyla örtüşmüyor. Tanrının tek mesajı nimetler midir? Tanrı(lar), özellikle semavi dinlerimizin tanrıları, yalnızca doğayı yaratarak yetinmemişlerdir. Yalnızca nimetler sunmuş ve insanı öylece kendi haline bırakmamışlardır. Tatlıyı olduğu gibi yukarıya yollamak, bu nedenle "abi vallahi billahi paylaşmayı öğrendik" şeklinde bir gaye için tutarsız olur. Mutlak Bilici'nin bu biçimde ikna edilmesi de hayli tuhaf, değil mi? Her şeyi bilen ve düzenleyenin, bizlere verdiği herhangi bir şeyi ona geri göndererek bu güce mesaj vermenin paradoksal yanına analizin sonunda değineceğim.


Daha basit düşünelim, her gün tepeden süzülen o eksiksiz yemekler, tanrının "kusursuz yaratma" eylemini yansıtıyordu. En ufak bir kılın dahi cezalandırılıyor olması, yaratılana verilen öneme şirin bir vurguydu. Ne var ki özellikle birkaç kattan sonra çamura dönen ziyafet sofrası, kusursuz olandan gelen nimetin insan elinde aldığı hal ve dönüştüğü noktayı soktu gözlerimize. İnsanın bu doymak bilmez yanının yansıtıldığı yapımlarda, bu yanımız hep kötü ve tükaka gösterilir. Ayıplanır, içindeki canavar insanın. Peki bu insan nerede oluştu? Bu yanımız nereden geldi? Bu yanımız yalnızca dizginlenmek için var olan bir pislik yumağı mı? Bunlar kritik sorulardır. Sonuçta insan...


Peki ama nasıl insan? Adını "Mr. Obvio'" koyduğum yaşlı amcamızın tabiriyle üç çeşit insan vardı. Alttakiler, üsttekiler ve "düşenler". Dürüst olmak gerekirse bu sahnede düşenlerden kast edilenin, sisteme yenilerek intihar edenler mi yoksa daha yukarıda olmak yerine uyandıklarında kat irtifası kaybedenler mi olduğunu epey düşündüm. Sanırım ölenler kastediliyor olmalı.

Ancak katları, karakterleri ve konumları ne olursa olsun, tüm bu insanlarla tek tek görüşerek, onları eleyerek bu dipsiz kuyuya sokan birini tanıyoruz. Adeta köprü gibi, bir elçi görevindeki ablamız.

İnsan kaynaklarındaki bu metaforik ablamızı iki farklı biçimde görüyoruz. Derli toplu haliyle ve sert mizacıyla masa başındayken ve onunla görüşüp içeriye giren insanlar gibi bir hücrede uyandığında.
Sonraları Don Kişot ile sohbetinde [söylediğine göre] ne kat sayısını ne de sistemde bir çocuk olduğunu bilmediğini söylerken görüyoruz kendisini. Ben, bunu bildiğini ve sakladığını düşünmüyorum zira sonrasında yaşadığı pişmanlık ikna ediciydi. 


Bu kısımda bizlere itiraf ettiği bilgisizliği, tanrının bu gizemli işleyiş ve kaosuna dair din adamlarının kendilerine iletilen ya da okuduklarından öte bir bilgileri olmadığı üzerine yorumlanmıştı. Bu yoruma katılıyorum. Ancak çok güzel bir detay var. Ablamız (Imoguiri), hücrede uyanınca "Buraya gelmeyi kendim seçtim." diyerek bizi şaşırtıyor. 


Burası diyor, delik melik değil diyor, DİKEY ÖZ YÖNETİM MERKEZİ'DİR diyor. Anlıyoruz ki ablamız, içeriye insanları paylaşmaya ve yemeğin herkese yetebileceğini göstermeye gelmiş. Bir erek sunuyor bizlere. Sonra ekliyor : "Burada bir şey olmalı."




Dikkat edilirse ablamızın paylaşımcı ruhu ve paniği, içeri düştükten sonra başlıyor. İçeride uyandıktan sonra, karakterimizi işe alırken sergilediği muazzam kuralcı ve kibirli tavırlarindan hiçbir eser kalmadığını gözlemliyoruz. 


Tam bu noktada aslında din adamlarının konumunu sorgulayabiliriz. Bir iddialar bütünü olan ilahi sistemi bunca az, eksik ve yanlış bilen bu grubun, avam kesime has olan, hayatta kalmaya ilişkin insanî paniklerinin, ancak onların yerine geçtiklerinde belirginleşmesi, dikkate değer. Bu paniğin varabileceği noktanın en güzel örneği, şeker ablamızın 250 katın altında uyandığında intihar etmesidir. Güvendiği kutsal sistemin yalanıyla sarsılmanın bedeli, ona ağır gelmiştir.


Baharat ve Don Kişot'un platforma zıplamaya karar verişlerinden sonra, alt katlarda bizleri "bilge" sıfatıyla, tekerlekli sandalyede bir amca karşılıyor. Baharat'ı direkt olarak tanıması, daha önceden oda arkadaşları olduklarını sezdiriyor. "Sana hiçbir şey öğretemedim mi" diyor fakat halat sahnesinden görüyoruz ki öğretememişsin bilge amcam. Burada tuhaf bir cümle görüyoruz. "Yönetimin vicdanı yok" olarak çevrilse de kullanılan sözcük 'bilinç' anlamına da gelmekte.


Sonra bilgemiz diyor ki "Hacılar, asıp kesip mesaj yollayacaksınız fakat yönetim anlamaz. Siz iyisi mi sıfırıncı katta yani size yemek veren insanların katında çalışanları kafalayın. Onların mesajı alma ihtimali minicik de olsa var." Şimdi burada da büyük bir sorun var. Çalışanları manipüle etmekten söz ediyor "bilge" adamımız. Bu eylemde beklenen sonuç nedir? Yönetim değil midir tüm bu çarkları işleten? İstenen şey daha fazla yemek midir? Eğer öyleyse testin anlamı nedir? İstenen şey "bakın paylaşabiliyoruz" mesajı iletmekse şayet, ortalık kan gölüne döndükten ve katlardaki insanların en az yarısı kıyma makinesinden geçmiş gibi doğrandıktan sonra bunun bir önemi var mıdır?

Bu soruları biraz düşünün. Peki ya bilgemizin "yemeğe basmayın iki dakika nezaket gösterin be kardeşim" dedikten sonra "önce konuşun olmazsa saldırırsınız" demesi ne yaman çelişkidir? Gerçek öfke ve şiddetin kesin sonuç olduğunu vurgulayan çok net bir ifadedir bu. Bu nasıl kestirme bir bilgedir, ben pek anlayamadım doğrusu. Torpil her yerde...


Gelelim dananın kuyruğunun kopup kopup dikildiği yere.

Çocuk.   

Bildiğimiz gibi sistem yaşlı, genç, siyah, beyaz, Asyalı, sarışın, büyük, küçük, kadın, erkek herhangi bir değişken ayırt etmiyordu. Ta ki bir çocuk karşımıza çıkana kadar. Temiz bırakılan, temiz gösterilen, ayrı gösterilen, üzerine ışık tutulan şey. Çocuk. Hikayenin patladığı, filmin son ve vurucu aşamasını oluşturan bu "mesaj" kısmını da biraz açacağım.




Bu aşamada, finale değer güzel bir çözümleme yapmaya çalışacağım. Ancak öncelikle çocuğunu arayan ve daha önce kat değiştirme aşamasında bahsettiğim kadının çabasını, Don Kişot'un sonda gösterdiği mesaj verme çabasından ayrı tutmak gerek. 


Çeşitli analizlere baktığımda, genel kanı dünyada her olaydan etkilenenlerin çocuklar olduğu ve minik çocuğun en alt kata konmasının ise açlıktan ve şiddetten en çok etkilenenlerin onlar olduğu üzerineydi. Çocuk en dipte, görünmez ve imkansız ötesi biçimde tertemiz olarak hayatta kalan, adeta "kimsenin görmediği masumiyet imgesi" olarak çıktı karşımıza. Mesaj, bu sisteme karşı bir isyandı. Tatlının gönderilmesi, makro mercekte konformist bir amaç uğrunaydı. Buradan çıkabilmek, yönetime (en azından yemek dağıtanlara) paylaşmanın başarıldığını ispatlamak içindi. Kanın gövdeyi götürdüğü tüm bu hengame, bunca cinayet, vahşet, hepsi bu uğurda göze alındı. Kurtulmak için. Fakat Baharat ve Don Kişot, en alt katta vicdanlarına yenildiler ve inandıkları tek şeyi de insani bir duyguyla kıza verdiler.  

Aslında bu, onların içindeki iyiliğin, her şeyden vazgeçmek uğruna bir dışavurumuydu. Yönetimin vicdanı olmasa da bu sisteme hapsettiği insanların vardı. Bu mesaj çok anlamlıdır. İnsanın en büyük yükü, vicdanıdır çünkü. Hayatı bunca yaşanılmaz kılan şey, hisler ve bu iç görgüdür. Peki tanrı(lar), buna sahip midir?

Tanrı ahlakı, kutsalın etiği ve ilahi acı konularında ileri okumaları daha sonra önereceğim. Yine de tam yeri gelmişler "Acı Çekene Saygı" şiirini buraya bırakıyorum.

Bir pencere daha açayım.

İkilimizin küçük kıza feda ettikleri tatlının yansıttığı insanî duygunun bir benzeri daha vardı filmde. Tüm insanlığın ortak saygı duyduğu, kutsala en yakın olan ve hatta doğaya bile atfedilen bir özellik var. Analık. Bu aşamada, en alttaki çocuğa yemek götürmek için platformda kalan kadının annelik sevgisine bir vurgu yapıldığı aşikar. Miharu, her şeyi göze alarak bir şekilde o katları inebiliyor olmalıydı. Bir tek annenin yavrusu için yapabilecekleri, milyonlarca tanrının hiç tecrübe edilmemiş o yapay sevgisinin çok ötesindedir. Peki çocuğun mesaja dönüşmesi neydi?

Filmde hapishanenin en tepesine bir mesaj iletme kaygısını gerçekten çok trajikomik buluyorum. Nedeni çok basit. Bir elmanın saklanmasını dahi saniyeler içinde fark ederek odayı ısıtan sistem, insani bir sistem değildir. Burada açıkça omnipotent (her şeye kadir) yapı / güç artık ne derseniz, öne çıkarılıyor.

Çocuğu yukarıya ulaştırmak, neyi çözecekti? Yemek mesajı, paylaşmayı öğrendiklerine ve nefs kontrolüne dair bir mesajdı. Platformda çocuğu gören yönetim ne yapacak? Yönetimin hiçbir mesajla ilgilenmediğini bilge amcadan biliyoruz. O halde geriye yalnızca sıfırıncı kat kalıyor. Onlar da yalnızca yemek mesajını alacaklardı. Çocuğu ne yapacaklar? Doğrayıp yemeklere mi koyacaklar?

Filmin sonunda şu sorular da sorulmalıdır : Diyelim ki tanrı ya da yönetim, çocuğu gördü. Bu her şeyi bilen tanrı, kimden neyin mesajını alacaktır? Yarattığı dünyayı ve bu kaotik düzeni tanrıya tekrar göstermenin anlamı nedir? Tanrı tatile mi çıktı? Neler döndüğünü bilmiyor mu? Dahası mesaj, bir anlamlı ileti değeri taşır. Anlamlı iletinin amacı, alıcıda bir etki oluşturmak ve onu harekete geçirmektir. Çocukla kim, neyi, ne için harekete geçirmek istiyor? Diyelim ki Don Kişot, çocuğa hiç rastlamadı. Yemeği en alt kata indirebildi. Yemek konusu burada tıkanıyor. Herkesin yeterli yemeği platformda varsa, madem açgözlü olunmadığı takdirde sorun çıkmayacaksa, zaten kendi organizasyonu ile halledebilecekse insanlar bu ölüm asansörü oyununu, mesajın anlamı nedir? Burada yönetmen, dua eyleminin sayı doğrusunda sıfıra giden edimini öne çıkarıyor ise (ki umarım öyledir) güzel bir nokta olurdu. Tanrıya etki edebilir miyiz? Evrenin işleyişi doğrudan deterministik midir? Zamanın akışına (god =time) çomak sokulabilir mi? Tanrı, dilek ve dualara yanıt vererek herhangi bir eyleme geçiyorsa / geçebiliyorsa, dua etmeyen insan aptal mıdır? Tanrıdan bir şey dilemenin formülü mantık felsefesinde nasıl açımlanmalıdır? Tanrıdan ne dilenebilir?

"Ey platforma hareket ve ivme veren rabbim, çıkar bizi buradan" mı?

Ben orta dünya, fantastik krallıklar ya da fazlasıyla lazerli bilimkurgu temalı filmlerin beni içine çekmediklerini, sarıp sarmalamadıklarını söylediğimde arkadaşlarımdan tatlı sert tepkiler alırım. Bu yapımlar arasında Yüzüklerin Efendisi, Game of Thrones, Star Wars olunca linç boyutunu hayal ediniz. Zira iyi ve kötünün akşam kuşağı dizileri kadar keskin çizgilerle sabitlendiği bu yapımlardan daha 18 yaşlarımda illallah etmiştim.

Şaka bir yana, benim genel bakışta gerçekten beğendiğim bu filmde, farkettiğim teknik ama önemli detaylarla yazıyı bitireceğim.

Yemek, nimetler, yetinmek ve insan doğası sorunu...

Tanrının platform üzerine herkesin sevdiği yemeği koyması ve herkesten bununla yetinmesini beklemesi, senaryoda çok  fazla sorun yaratan bir düğümdü. Tanrı(lar) dahil hepimiz biliriz ki hiçbir insan, her gün aynı yemeği hele ki aynı saatte yiyemez. Ancak nimet sunan (şef) tanrımızın beklediği şey, biftek seven birinin her gün ve kendine yetecek porsiyonda sürekli olarak biftek yemesidir. 666 insan düşünüldüğünde, bir tek kişinin bile en ufak biçimde başka bir yemeğe yeltenmesi, bütün zinciri kaydırarak bozacaktir.

Dahası, her katta iki dakika kalan bir yemekler yığınına sakince ve tamahsizca yaklaşılması bekleniyor, insanlarımızın. 333 kat, ikişer dakikadan 666 dakika eder. Bu, 11 saatten fazla bir süredir. Bu noktada yemeklerin her gün yalnızca bir kez hazırlandığını, zaten hiçbir şey yiyemeyen alt katlarımızın bomboş bir zemini 8-10 saat beklediklerini görmekteyiz. 

Gelelim platformun geometrisine. Platform, dünyada hepimizin ortak bir besin zincirinde olmasına ayna tutması açısından anlamlı, ancak işin bir de teknik boyutu var.  Yiyeceklerin her katta dikdörtgen, taşvari bir düzlemin ortasında geliyor olması ve yemeklere yalnızca hücrelerin kenar kısımlarından erişilebiliyor olması nedeniyle dev bir kaos oluşması kaçınılmaz. Bu tür detaylar, filmlerin alt metinlerine odaklananlar tarafından her zaman atlanır.

Yanına eşya alma kısmı ise senaryomuzda belki de en büyük sorundu. Filmde bu eşyalar hapis sürecini temelden değiştiren şeylerdi. Aynı şartların olacağı / olması gereken bu yapıda, oraya tamamen bilinçli tercihlerle nesneler sokulabilmesinin mantıklı açıklaması nedir? İnsan dünyaya sıfır seçim hakkıyla gelir. Kimse dilini, coğrafyasını, ailesini, ten rengini, genetiğini seçemez. Devasa bir piyangodan ibaret olduğu aşikar olan yaşamın, filmde tercihe bırakılan ve her şeyi etkileyen bu nesneler ile uyuşmadığını düşünüyorum. Hepimizin yeryüzünde farklı nesnelerle buluşuyor olmamıza güzel bir gönderme, ancak bunun seçimle yapılması filmde biraz tuhaf kaçmakta.

Yazının sonuna gelmişken, tanrı ve insanı karşılaştıran filmler her zaman sürükleyici ve düşünce penceresi açan yapımlar olmuştur. Propaganda yapıyor olsalar bile. Çünkü propaganda, sorgulayan bir zihin için nimettir. Yemi kolay yutmaz çünkü o zihinler.

Bu açıdan Platform, belki yukarıda değinmeyi unuttuğum çokça şeye bir soru işareti bırakan, güzel bir film. Dakikaların aktığı, bittikten sonra oturup üzerine düşünülebilecek şeker bir eser, derim ben.


-fin 

Acı Çekene Saygı

tanrı ile aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda.
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığında ruhum,
intihar edeceğim ben de
denenmemiş bir yolla.

nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edip s*ktir çekmiş yeryüzüne.

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı'ya küsen bir çocuğum.
eğer tanrı intihar edenleri ve nietzsche'yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim ben de
tanrı dürüstlüğü sever.


tanrı'nın hayal gücünü beğenmiyorum.

ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direkt konuşurdum insanlarla.

ben tanrı olsam
hitler'i iyi kalpli bir yahudi olmakla cezalandırırdım,
yahut yetenekli bir yazar yapardım onu.
içindeki kötülüğü insanlara değil
tuvallere boşaltırdı.

ben tanrı olsam
devletler yok olur
gül kokulu bireyler var olurdu sadece,
atlar çılgın zamanlar koşardı.

ben tanrı olsam
düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım,
dünya bir şiirin
yaratılım sürecine dönüşürdü böylece.

ben tanrı olsam intihar ederdim.
insanlarla birlikte,
acı çekmeyi öğrenemediğim için.


-Cesar Mendoza

3 Nisan 2020 Cuma

Korkunun Gerçek Hayvanı



korkunun gerçek hayvanı, cesurdur.

korku şah çektiğinde mat olacak bu yüzden, çaylak bir akıl.

Karanlıktan en çok çocuklar korkuyor. Çocukların ruhlarına can çekiştiren bu kaçınılmaz korkunun nedeni, beynin doğadaki olguları aşamalı tasarlama ve planlama bölgelerinde -özellikle inferior ve middle frontal gyrus'ta- bir şeyi derinlemesine analiz etmeyi sağlayan dünya bilgisinden çok, o yaşlarda hayalgücü yetisinin baskın olmasıdır.



Zifiri karanlık, en büyük iki yetisi hayal etme ve benzetme olan gencecik bir beyni bitmek bilmez bir eziyete kurban ediyor. Bu gibi tüm anlarda  bir çocuğun gözleri her nesne ve sanrıyı gerçek görmeye eğilimlidir. Karanlık, hayalgücünün benzinidir. Orada her canavar, her hayalet, somut ya da metafizik her nesne barınabilir. Unutmamak gerekir ki canavarlar hayal etmek söz konusu olduğunda çocuk için düş (gücü) bir silah değil zaaftır (Canavar nedir, o başka yazıda olacak). İşte beynin bu şekilde duyumsadıkları, karanlık yüzünden büküme uğrar.



Tecrübe ve sonrasında deneye dayalı veriler olmadığı zaman, insanın sırtını yasladığı, hep işleyeceğini sandığı yegane sermayesi olan aklı, minicik bir kuzudur. Kaç yaşına gelirse gelsin, bu insan hayatı boyunca bir çocuğun korkusu ve bilgisizliğiyle yaşayacaktır. Artık her duyu, gölgesinde dişlerinden salyalar akan bir kurttur. Bu, göz, kulak, burun, ağız, eller ve onların arasında hiçbir şeyden haberi olmayan, kafatası içinde öylece süzülen etin hikayesidir. İşte bu, kurtların içinde yaşayan kuzunun acıklı serüvenidir. Artık kuzu, ölene dek kovalanacak. Kurt sürülerinden kaçışından ibaret hayatına, dev bir yalan yamayacak.

Şimdi, zavallı kuzucuğun kaçışı öylesine sayısız kez tekrarlanacak ki bir yerden sonra gözleri ağaçlar, çalılar ve otları kurtlardan ayırt edemeyecek. Nefeslenmek için duracak, ölümüne en yakın olduğu anda yapacak bunu. Ölüme yaklaştığı anda, gözleri denizler kadar büyük açılacak, denizler kadar büyük bir dehşetle. Kuzu anlayacak. Kuzu, kendisine ne yaptığını görecek. Bütün hayatı gözlerinin önünden geçecek, şanslıysa. Ölmeden önce bir tek paha biçilemez uyanış. Her şeye bedel bir tek fark ediş. Fakat bir kurdun dişlerinde olacak bu.

Korkunun gerçek hayvanının dişlerinde.

15 Mart 2020 Pazar

Zamanın Kayığındaki İlk ve Son Elma

Aziz Augustine'e bir soru sorulur :

-Zaman nedir?

Şöyle bir yanıt çıkar ağzından :

-Biliyorum, fakat siz sorunca bilmiyorum.

Hemen önümde bir elma duruyor. Elma'ya "elma" derim. Sonra elma çürür. Yeni bir elmaya "elma" derim; sonra da bir başkasına. Dünyadaki tüm elmalara "elma" derim. Sonra bir gün bir şey olur. Elmaları ortadan kaldıran bir şey. Bir anda tüm elmalar çürüse, elma ağaçları kurusa ve başka hiçbir elma büyümese, hala zihnimde bir "elma" olacaktır.
Tüm gerçek elmalar çürüdükten sonra zihnimde kalan elma, farklı bir "elma"dır. Tanık olduğum somut elmalı gerçekliğin son elması da yitip gitmiştir.

Tüm elmalarımız çürüdükten sonraki elmasız evrende, bu meyve bir sonraki kuşak için bir masaldan ileri gidemeyecektir. Bir zamanlar dünyanın dört bir yanındaki lezzetli meyve, artık kulaktan kulağa aktarılan bir hikayedir. Elma zamanın kayığına bırakılmıştır. Rengi, şekli, tadı, bu kayık seyrettikçe sonsuza dek değişecektir. Onu hatırlayanlar, bilakis onun unutulmasına yol açan tek neden olacaklardır artık.


Nehir kayığı ittirir. Elma büyür, destanlaşır. Kutsallaşır elma. En büyük amaçlara giden yolların, çekilmeye değer çilesi halini bile alır. Her amacın ortasına yerleştirilebilir. Her inancın nesnesi olabilir. Her aşkın sebebi, her arayışın gizli anahtarı, her bulantının ilacı oluvermiştir elma. Bir tane elma. Sonsuz tane elma.

Elimdeki elma, zihnimdeki elma. İnsanlık tarihi boyunca bir daha asla tekrar şahit olunamayacak, anlaşılamayacak


bir

tek

küçük



elma.




26 Şubat 2020 Çarşamba

1 Şubat 2020 Cumartesi

En Büyük Aldanış


Mutluluk açlığı, mutluluk arandıkça var olur.
İstemek, mutluluğun en büyük düşmanıdır.

Budizm insanın sonsuz isteklerle kıvranan yapısını bilerek şunu söyler : "bir şey istemek her ne olursa olsun kötüdür." çünkü bir şey isteyen kişi, diyelim ki bir eşya olsun, bu eşyayı elde edemedikçe onun peşinde divane olacaktır. Diğer seçenek ise onu elde etmesidir. Didinerek elde ettikten sonra bu kez onu elde tutma sorunu doğar. Değerli bir şeye sahip olan insan bu kez onu diğer insanlara karşı korumalıdır. Daha da kötüsü vardır.

İnsan zamanla her şeyden sıkılır. Zamanla sıradanlaşmayan tek şey, zamanın kendisidir. Atasözü bile "bal yiyen baldan bıkar" der. Dolayısıyla, hem bir şeyi elde edememek hem de onu elde ettikten sonra korumak zorunda kalmak, sonsuz yoruculuktadır. Koruma riski yoksa, bahsettiğim gibi 'sıkılma' sorunu vardır. Sözün özü, bir şeyi isteme eylemi önünde sonunda acıyı beraberinde getirecektir.

Çıkar yol şükürcülük değildir. Şükretmenin yarattığı uçsuz bucaksız pasifliğe morfin bağımlıları gibi tutulmuş onlarca insan tanıdım. Kişi en azından neyi istediğine karar verebilir. Tabi isteklerinin kendisine ait olduğu adlı rüyasından hala uyanmamışsa. Çünkü kendi(!) isteklerinin peşinde savrulurken, ani bir uyanışla, yıllarca peşinden koştuğu şeyleri aslında hiçbir zaman istememiş olduğunu kendisine itiraf etmek zorunda kalabilir. Bu da onu biraz bile olsa daha kontrollü isteklerin çemberinde tutar. Daha akılcı, daha az hayalperest düşlerin çemberinde.

Bir yaprağın savruluşundan, rüzgarda delice sallanan bir ağaç aşamasına geçebilir kişi. Rüzgar onun istekleridir. Ağaç ne olursa olsun sallanacaktır. Fırtına gelirse, yani istekler bir çığ gibi kasırgalar oluşturursa, kişi çınar bile olsa kökünden sökülebilir. İşte istekleri arasında hayatta kalmaya çalışan insanın sonsuz çilesi. İşte acıyla baş etmek zorunda kalanların tek çaresi.

Aynanın içindeki "ben" hiçbir şey istemez. O aynalara hapistir. Kişi, aynadaki aksine benzemeye çalışmalıdır. Herkes 'mutlu kalmayı' arıyor. Ancak bilinmelidir ki insan ancak ve ancak sınırlı anlarda mutlu olabilir. Mutlu kalmak yerine mutlu hissetmek öncelendiğinde evreni duyumsamak olası bir hale gelebilir. Zaten mümkün olan tek mutluluk, göz açıp kapayıncaya kadar uçup gidendir.

Son bir söz daha varmış.

"Life is not the amount of breaths you take, it's the moments that take your breath away."

Her şeyi yutan Martı

Martıya ismini veren "seagull" tamlamasının içinde yer alan "gull" sözcüğü, bir temel anlamdan dallanan iki anlama sahiptir.

İlkin 16.yy'da beliren kullanımı, 'kendisine fırlatılan her şeyi yutan' demektir. Daha sonra "gull" sözcüğü metaforik olarak genişlemiş ve her lafa inanan yani yutan insan eşlenimiyle "ahmak, kolay kandırılabilen" anlamlarını kazanmıştır. Tabi semantik dallanmanın hiyerarşisi tartışılsa da bildiğimiz şey, etimolojide anlam genişlemeleri konusunda ilk olarak daima somut anlamların soyutlara öncülük ettiğidir. Martı kuşunun (seagull) pek çok şeyi yutması, yemesi bundandır.



Hatta midesinden en fazla çöp çıkan kuş türü de martıdır. Çünkü ayırt etme becerisi azdır. Ancak tüm bunlara rağmen martı harika bir hayvandır. Neden mi ?

Çünkü beynini martı midesine çeviren insan bile bu kuştan bir ders çıkarabilir.



-gak (martı sesi neydi yahu?)

İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides