14 Mart 2017 Salı

⚫️ 🔘 ⚪️ Çember meclisi 🔘 ⚪️ ⚫️

    Kafanın içinde pazar var, kafanın içinde pazarlar.

    "Zihinde kavramlar, limitleri çizilmiş anlam demetleri olarak depolanırlar." 

  Bu tanım da nedir? Kavram, limit, anlam? Anlam'ın yanı sıra anlam demeti nedir? 

  Fillmore tabanlı çerçeve anlambilim esasına göre (Frame Semantics) sözcükler, içlerinde anlamlar barındıran birer çekirdektir. Fakat her sözcük, bir başka anlam çekirdeğiyle açıklanmaya mahkumdur. Hangi sözcük kendisiyle açıklanabilir ki? Bu girişime totoloji demekteyiz. Örnek olarak 'koşmak' tanımına 'koşmak eylemi' gibi karşılıklar yazan fantastik sözlükler vardır. Eşanlamlarla açıklama kurnazlığı da başka bir problemdir. Örneğin ben bir sözlükte 'anlam' maddebaşına bakılır, açıklamada 'mana' yazar. 'Mana' maddebaşına geçilir, 'değer'e götürüyor beni. Bu sebeple sözcükler sizi yutabilir.

   Bir sözcük başka bir sözcükle açıklanmak zorundayken, dilin kökenine inmek nasıl mümkün olacaktır? Dilbilimde çoğunlukla bu sulara yanaşılmaz. Bunun sebebi açıklanmak istenen temel sorunun insan zihninin üretim ve anlayış sistematiği olmasıdır. En genel soruların yanıtsız kaldığına daha sık şahit olunur. Burada gayem tıpkı sözcükler gibi, sözcüklerin etiketleri olan anlamların da zihinde kümelenmeler halinde var olduklarını betimlemek. Örneğin bir timsaha dair tüm algılar, timsahın içinde bulunduğu diğer sözcükler (ve anlamlar) yoluyla şekillenecektir. 

  "Nil timsahlarının derilerinin rengi, avlarını yakalayabilmeleri için zeminin suya yansımasıyla oluşan yüzey rengine adapte olmuştur."   

-  gibi bir tümcede ayrı ayrı Nil, timsah, deri, su, adapte olmak sözcükleri bir 'alışılmışlık' oluşturur. Bu sözcüklerin yan yana durmaları, meydana gelen anlam demetinin sırıtmasına yol açmaz. Bir de şu tümceye bakalım : 

    "Şirket binasının 44. katında yapılan yöneticiler toplantısında salona bir anda dalan timsah herkesi korkuttu."

    Böyle bir yapıda anlam evrenleri görece biraz da birbirine geçik ve bir şaşkınlık oluşturacak niteliktedir. Burada 'timsah' sözcüğü , kendi art alan evreninin (timsah habitatı, hareket alanı, timsahın bulunabileceği ortamlar vs.) dışında, bağın zor kurulacağı bir ilişkiye sokulmuştur. Kısaca 'timsah' ın ilk anlam sınırları zorlanmıştır. Bir de şu var : 

     "Havuz partisine mayosunu getirmeyi unutan timsah, arkadaşlarının alay konusu oldu." 

    Bu örnekte sözcüklerin anlam kümeleri realiteden sıyrılmış ve kurgu dünyasının sağladığı sonsuz yaratma seçeneğinden nasiplerini almışlardır. 'Timsah' sözcüğünün sınırları zorlanmamış, tamamiyle ortadan kaldırılmıştır. Baştaki tümceye dönecek olursak, deneyimlerimiz ve ortak öğrenimlerimize bağlı olarak zihinlerimizde yüzeysel bir 'timsah' imgesi olduğunu söylemiştim. Üç aşağı beş yukarı bir 'timsah'. Asla bir Avustralyalı ile aynı olamayacak belki, ancak timsahlara dair yüzeysel şeyleri konuşabileceğimiz bir düşünce veritabanı. İş detaya gittiğinde herhangi bir konuda konuşmanın ne denli zor olduğunu iyi biliriz. Timsahları bir de herhangi bir zooloji veya biyoloji profesörü ile konuşmayı deneyin.

   Sözcükler ve sınırlarına kısaca değinmiş olduk. 'Timsah'ın sınırları onun uzayda kapladığı yer, ağırlığı, yaşam alanları, biyolojik özellikleri, diyeti, ekosistem rafındaki yeri, verebileceği hasar, geometrik formu, kısaca 'potansiyeli' ile oluşur. Şimdi, her sözcüğün 'timsah' kadar kolay sınırlara sahip olmadığını söylememe gerek var mı bilmiyorum. 'Ahlak'ı ele alalım. Bu gibi soyut ve geçirgen bir anlam evreni bile,  yaptırım, ödül-takdir, toplumsal kabuller gibi alt çerçeveler ile şekillenir. Böyle böyle ne oluşuyor? Kavram. Anlam ve anlam demetlerinden sonra bir aşamaya daha geldik. Kavramı okyanusta salınan iceberg’e benzetmişimdir. İceberg’i suda dolaştıran ise ondan daha büyük olan alt kısmıdır. (Bu arada aman dikkat, Titanik bu yüzden battı.) İşte anlam demetleri, örneğin ‘ahlak’ gibi bir kavramı meydana getiren suç-ceza, red-kabul, yasa-dizge, doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-zararlı gibi bileşenler halinde kayıtlı haldedir. Tıpkı 'timsah' ı meydana getiren ağırlık, yaşam alanı, etobur bünye, timsahın familyası gibi niteliklere benzer şekilde. Bizler Hira’da spiritüel seyahatler yaşayan, tanrıyla kelam eden veya kendini deniz feneri ilan eden haberciler kadar şanslı olmadığımız için, bu anlamlar hipokampus-lerimizde kendi kendilerine oluşmazlar. Bizlere tepelerden bahşedilmezler. Bireyin kavramlarını, imaj şemalarını ve bunların alt bileşenlerini belirleyen onun hiçbir seçme şansının olmadığı sayısız çevre uyaranından biri olan anadili ve tecrübeleridir. Diğerlerine aile, kültür, din, statü, ten rengi, genetik, kalıtımsal yatkınlıklar, anatomi vb. sayısız örneği verebiliriz.

  Kavramı bir çember analojisiyle anlatalım. Bir çember düşlüyorum diyelim. Sonra bu çemberi çevreleyen yeni bir tane. Sonra onların dışına bir tane daha. Her çemberin bir sınırı bulunacaktır. Bir şeyin sınırının olması, onun içinin ve dışının olmasını gerekli kılar. Her şeyi kapsadığı iddia edilen çemberin dahi. Tasavvufta varmak, bir yerde bu sınırı kırmaktır. Varan / Eren’in artık sınırı yoktur. İçi ve dışı da. O, biçimini ardında bırakmaya yoğrulmuştur. Sınırsız olana, içi ve dışı olmayana gidecektir. Yani bütüne. TÜM olana.

   ÇeMber ve Sınır

   Dünyaya ait her şeyi, (dikkat uzun bir liste geliyor) dünyanın doğuşundan bugüne tüm canlılar, tüm doğa olayları, afetler, tektonik kımıldamalar, tüm kıyımlar, tüm ırk ve türler, tüm madenler, ekolojik sistemin tamamı, dünyanın tutuşmuş çekirdeğinden yeryüzüne uzanan tüm tabakalar, insanlaşmaya başlayan ilk hominidler, tüm çağlar, tarım devriminin ilk kurbanlarından bugüne BÜTÜN insanlık tarih ve ürünleri dahil, sözün özü bu gezegene ait ne varsa kapsayan dev bir çember hayal edecek olursak onu içine alan bir dış çevreyi de hemen o anda kaçınılmaz olarak var etmiş oluruz. Şimdi güneş sisteminin her şeyini kapsayan bir çember çizdim. Eyvah, eşzamanlı olarak onu çevreleyecek olan yeni ve daha geniş bir çember daha yarattım bile. Milky way, sonrasında Nebulalar, Süpernovalar hatta karadeliklere bir çember çizdim. Şimdilik hepsi hala bir üst çemberin içindeler. Hayal edebildiğimiz ve gözlemleyebildiğimiz en büyük çember. Evren.

   Göğe Gerilen Ok

   Çok kuvvetli bir yayı çok büyük bir kuvvetle gerip göğe doğru ütopik hızla bir ok attığımı hayal edelim.  Ok yaydan öylesine kuvvetle çıktı ki devasa hızlara ulaştı. İşte atmosferin tabakalarını geçiyor bile. Şimdi dünyadan ayrılıyor. Yörüngemizden çıktı. Başka hiçbir gök cisminin yörüngesine girmeksizin uzayda ilerliyor. Evreni katediyor. Sonra ok, uzay(boşluk) içinde düşmeye başlıyor.
Okun  önünde yalnızca iki seçenek vardır :  

         a. Evrenin bir yerinde bir sınıra çarpmak ve orada kalmak. Bir taban, bir duvar, bir yüzey gibi.
         b. Evrende hiçbir yere çarpmadan düşmek. (Sonsuza dek düşmek, evrenin sonsuz olması. Süre-nin saf dışı kaldığı nokta. Kütle, zaman, varlığın ve eskime-nin bir öneminin kalmadığı bir düşüş. Değişimin bittiği bir düşüş.

    İkinci seçenek çok uzun bir yazının olayı. Çünkü bir üst boyutu anlamaya zorluyor beni.  Ben de şu 3d halimle üst boyutlara kafa tutamıyorum tabi. (Ey dördüncü boyut, sen kimsin ya ?) Bu sebeple ikinci varsayıma belki sarhoşken burnumu sokacağım. Çünkü eğer okun düşüşü gerçekten bitmeyecekse, sonsuzluk içinde varlığını sürdüren bir sonlu-luktan söz etmek zorunda kalacağız. Oysa sonluluk ve sonsuzluk birbirlerini pek sevmezler. Bir sonluluk içinde bulunan sonsuzluktan belki daha kolay söz edebiliriz (Zenon’un oku). Fakat böyle bir durumda yalın bir yorum yapabilmek için bile kırk fırın ekmek yutup kırk fizik laboratuvarı falan yemeliyim. Bunu şimdilik geçiyorum.

    Olay birinci seçenekte. Bir yere çarpan ve duran ok. Evren çemberinin sınırını gözler önüne serecek olan bir çarpış bu. Söz konusu durum, anında yepyeni bir yeni koşul peydah edecek. Ok bir yerde durduysa, bu bir sınırdır. Evren sınırlanmıştır. Sınır, bir iç-i ve bir dış-ı zorunlu kılıyordu. Öyleyse sınırlı bir evrenin dış-ında ne vardır?  Bu soruyu sorarken benim kavramlarım arasında baz alabileceğim en dış şey, evrendir. Fakat milyarlarca insanın bir tık daha büyük bir dış-ı kurguladığını biliyorum. Tanrı.

    Tanrıyı çemberlemek için ne gerekir? Dilin bazı işlevlerine göz atmak. Sonra bir kağıt ve bir kalem. Dil, anlamları ihtiva eden kavram-ı, bir tür kod-lamaya dönüştürür. Söz gelimi suç, adalet, dirayet, cinayet, ibadet, atalet gibi kavramlar dile kodlu haldedir. Kullanımbilimsel (pragmatics) içerikleri bireyin tecrübeleriyle filizlenir ve gelişir. Örneğin tüm sevdikleri bütünüyle talihsiz bir kazada hayattan ayrılmış veya ailesi katledilmiş bir insan için adalet bambaşka yansımalara sahip olabilir. Dilinde bu kavram yine altı sesbirimden meydana gelen 'adalet' sözcüğü olarak kodlu halini sürdürür, ancak sözcüğün tabanında yatan anlamlar öylesine bükülebilir ki, birey için adalet bizzat adaletsizliğin kendisi haline dönüşebilir. Testere'de falan bunlara değiniyordu yönetmen kardeş aslında, bilmem anlatabildim mi. Adaleti getiriş tarzımız esastır yani. Adalet hepten yok olabilir, o başka.

     Dil sayesinde herhangi bir şeyi soyutlamak mümkündür. İşte Homo Sapiens Sapiens’i diğer türlerden böylesine ayrışık yapan niteliği bu. Ben de naçizane duble sapiens bir homo olarak bir dostuma, o an yanıbaşımızda olmayan bir ağaçtan söz edebilirim. ‘Ağaç’ derim. O an bir ağaç yaratmışımdır. ‘Satürn’ derim ve bir saniyeden az bir sürede Satürn kalkıp yanımıza gelir. Artık bizim elimizdedir. Ona her şeyi yapabilir, çarpıtabilir, betimleyebilir, şiirimize meze yapabilir, kısacası hakkında her türlü kelâmı edebiliriz. Fakat yaptığımız, yukarıda söz ettiğim çember çizmek’ten başka bir şey değildir. ‘Ağaç’ dediğimde tikel veya tümel, ‘ağaç’ kavramını evrenin tamamından çekip almış, onu soyutlamış ve söze şırıngalamış olurum. Tekrarlamak gerekirse, ‘ağaç’tan bahsetmek için ağaca ihtiyacım yoktur. İnsan, onbinlerce yıl önce ona bu olanağı sağlayan aktarım sistemine ulaşmış ve bilinen canlı türleri arasında kurgulama yetisinin ekmeğini yiyen tek tür olmuştur.  (Şempanzelerin de yıldızlara bakıp düşündükleri üzerine savlar var, bir göz atmak keyifli olur.)

    Önce tanrı dedim sonra da dil. Şimdi varacağım nokta şu : dilimin donattığı düşüncemin gölgesinde, şu tanrı dediğim, benim en dış-ım olan evreni bile kapladığı iddia edilen meşhur zat-ı muhteremin çemberini hayal ediyorum. En bilindik şarkıyı söyleyeyim : “Tanrı doğmaz, doğurulmamıştır!” (muhatap burada kendi tanrısının adını zikrediyor. Zaten ona tepside sunulduğu üzere başka tanrı adı bildiği de pek görülmemiştir.) Böyle bir sava karşı tek yapacağım, kağıda bir çember çizmek ve içine tanrı yazmaktır. Hatta içinde tanrı yazan bu çemberin etrafına bir çember daha çizmek, bir saniyemi bile almıyor. Ben, beş saniyede tanrıyı beş üst-çembere alabiliyorum. Yalnızca kağıda çiziyorum. Ama bu oluyor. Yani olabiliyor. En fanatik olan kişi bile, tanrı dediği anda onu bir üst evrenden çekip dile getirdiğini bilmiyor. Onu soyutlarken ne hallere düşürdüğünü göremiyor. Çünkü dil, her şeyi olduğu halinden alır ve kendi basamaklarına indirir ki o “şey” aktarılabilir bir forma girsin. Ben de çemberimi çekip ceketimi alıp çıkmak durumundayım. Çünkü hayal ürünü olan şeyleri yok etmek için hayalgücü yeterlidir.

    Tüm kavramların bir içi olduğu gibi birer dış-ı da olacaktır. Yukarıda sözü geçen kaplam, mantıkta  alt-üst ilişkilerini betimleyen içlem ve kaplam tasarısının bir ayağıydı. Örneğin insanın kaplamı
+somut varlık
+canlı
+memeli
+…       şeklinde tümdengelimsel ifade edilir.

-somut varlık
-canlı
+hayal                          


bil bakalım bu ikincisi ‘ne’yin kaplamı ?  Evet O’nun. Neden olmasın?

   İşte dilimdeki bu dil, bana istediğimi sormayı sağlayan, zihnime benzin veren bir pompa oluyor. Bilesim geliyor :

-İlk tanrı hangisidir?

-Tanrıların isteklerini tetikleyen hormonlar  / nörotransmitterler nelerdir?

-Bir deney, sonuçları bilinmemekte olan şeyi çözümlenebilir ve ölçülenebilir hale getirmek amacıyla yapılır. Temel gayemiz genellike bir bütün oluşturan sistematik sonuçlara varmaktır. Tanrıların, daha doğrusu adını duymaktan bıkandığımız (bıkmak + usanmak) şu üç tanrının insanın sadakatini sınama deneyleri, hayat dediğimiz tüm bu çilenin, bu arkadaşların bir şeyi öğrenme istekleri yüzünden düzenlendiğini göstermiyor mu? Bir şeyi sınama ve bilme isteği. Tanrıların merakları. Lan oğlum…  Bir şeyi sınayan ve sonucunu bilmek isteyen tanrı nasıl olup da omnipotent (her şeyi yapabilen ve bilen) olabilir? Eğer kendileri omnipotent iseler bu trajikomedinin oluşturulmasının dişe dokunur bir yanı var mıdır?

Bilmem fark edildi mi, chamber sözcüğünün nereden geldiği ?

Çember çeken kanber oluyor mu, ona çeken karar verecektir. Çemberler varmayı olmasa da da yolda olmayı makbul kılıyor.




لحسن الحظ  الحمد لله


2 Mart 2017 Perşembe

"X olmasa ben ne yapardım?"

  Tıpkı "Şimdiki aklım olsa X olurdu, X yapardım." ifadesindeki gibi bu ifade de paradokstan önce bir hiçlik belirtir. Buna ileride değineceğim.

Soru :   (Ya)        X olmasa ben ne yapardım ?
Sanrı :  (Keşke)  X olsa iyi olurdu.

Cevap :   ∞ ∞ ∞ ∞ ∞ ∞ ∞ ∞ ∞ ∞  (yokluk)

Dikkatli bakılırsa aslında bu soruya cevap verilmez ve verilemeyecektir.

    X'in olmadığı bir olaylar dizisinde bu soru asla sorulamayacaktır. Bu ihtimalin asla bilinemeyeceği tartışması kenarda dursun, birey bu soruyu ancak X'in gerçekleştiği olaylar dizisinde sorabilmiştir. X'in olmamış olmasını kurgulamak, bu soruyu soran zihni inşa eden, birbirine geçişmiş olaylar dizisinde bir oyuk açmaktır. Bu, zamanı kırmak olur. Dahası, X'in olmadığı bir akışı kurgulayabilen güncel hali bizzat X'in olmamasına bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir.


    Bu konu yalnızca olumsuzlama için değil, bir şeyleri geçmişe yerleştirerek 'var etme' olan keşke yapısı ile de aynı açmaza girer.

Keşke o zaman da böyle düşünebilseydim.
Bugünkü aklım olsa asla onu seçmezdim.

    Aslında bu denklemde, ayın her günü farklı işleyen bir akıldan söz etmiyoruz.  'Bugünkü aklım' dediğimiz şey, birbirini takip eden birikimsel deneyimlerdir. Burada bilgiyi işlemleme kuramını anımsamak gerekir : yeni bir bilgi, eski bilgiler ile ilişki kurma yoluyla beyne yerleştirilir. Dolayısıyla unuttum dediklerinize dönüp bir bakın. Unuttuklarımız, yeterince ilişkilendiremediklerimizden ibarettir. Bu sebeple bazı şeyleri unutmak önceleri imkansız gibi görünür. Çünkü o nesne, kişi, olay veya his, kısacası o tecrübe her neyse, long term memory içinde milyarlarca nöronu kasıp kavurabilen kolonları sarmalamış haldedir. Yine tam da bu yüzden, bazı insanlar bazı insanlar için intihar ederler.

  Otomatize halde beyinciğe gömülü motor korteks yetileri haricinde bireyin teknoloji, emlak veya moda-makyaj bilgileri, sinaptik bağlantıları kurulmuş ve long term memory'e aktarılmış kodlamalardır. Yukarıdaki ifadelere geri dönmeden önce şu trajikomediye değinmeden olmaz  :

"Ben bu hayatta hiç keşke demedim."   =   "Ben tanrıyım."

    Bana kalırsa tanrılar bile tanrı olduklarına pişman olmuşlardır.  Doğaçlama sorularımı aktarırken durduk yere dev bir dosya daha açtım: Tanrılar keşke derse ne olacaktır?  Diyemez mi yoksa? 

Buna başka bir yazıda bakacağım.

    Bu toplara şimdi girmeyeceğim. Sorun, gerçeğin kaderde aranmasıdır. Kurtarıcı olanın "alın yazgısı" ya da "kader" olduğunun sanılmasıdır. Gerçek, kader denen, determinizmin fanatiklik dorukları çıktığı bu anlaşılmaz olguda aranamaz. Fanatik bir kaderci olan kişi, olayları diyalektik mercekte göremeyecektir. Buradaki diyalektik, her olayın kronolojik olarak birbirine bağlı ve evrimsel gelişimini ifade eder. Olayları yalnızca düşünsel kafesler içinde değerlendirecek olan kadercinin, günün her saati "keşke" ve "xxx olmasaydı"  naraları ile gezmesi şaşırılacak bir şey değildir haliyle.








NAH OUT THERE.













    Yukarıda bahsettiğim diyalektik dışı olan ve kadercinin gözünü kör etmiş gerçeklik şudur : 

Bir hata yaparız. Sonra 'keşke' deriz. Hatadan ders almış halimizle olaylar dizininde henüz hata yapmadığımız noktaya geri dönmek için kavrulur ve tecrübelerimizde bir bükülme yaratmak isteriz. Bugünkü tüm akıl ve onun yakıtı olan bilgi, halihazırda yapılan seçimlerle oluşur derken kendi kafamıza tokmakla vurmak icap eder diye bir şey kastetmesem de, yalnızca şunu görebilmek dingin hissettirebilir :

    En iyi yol haritası, bütün yanlış yollara girilerek oluşturulur. Mesele şu ki özlediğiniz geçmişi, zaten yaptığınız hata sayesinde fark edebiliyorsunuz. Yaptığınız hatanın gerçekleşme sebebi, özlediğiniz o geçmişteki 'ben' in kararıdır. Çünkü yakınıp durulan hatayı bir tek o anki o ben yapabilirdi. O da yaptı. O hatayı yapmasaydı, hatayı yapmamış olduğunuz kurgusal alternatifinizi düşleyemeyecektiniz bile.


-fin

"Göründüğün gibi ol" paradoksu 👩‍👦 👩‍👧 👩‍👧‍👦 👩‍👦‍👦 👩‍👧‍👧 👨‍👦 👨‍👧 👨‍👧‍👦 👨‍👦‍👦 👨‍👧‍👧

    Birazdan söz edeceğim tüm önermeleri bir kağıda yazarak veya çizerek, kağıt üzerinde takip etmek gerekebilir. Zira hipokampus, kısa süreli bellek geçişlerini ısındıracak ve limbik sistemle birlikte temporofrontal bölgeleri zorlayacaktır. Paradoksu tutarlı şekilde inşa etmek iki saatimi aldı. Büyük ihtimalle ileriye dönük bellek bozulması (anterograd amnezi) ile dolu güzel bir deneyim olacaktır.


 
* Merhaba Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. Bir sorum var. Dışarıya verdiğimiz 'izlenim' leri kimse hesaba katmamış anlaşılan.


Ya ben göründüğü gibi olmayan biri gibi görünüyorsam?


Paradoks 1

  Görünüşüm, göründüğü gibi olmayan biri olduğum izlenimini veriyor diyelim. Ben karakter olarak göründüğü gibi olmayan biriysem, göründüğüm gibi olmayan biri olarak göründüğüm için, göründüğüm gibiyim demektir. Göründüğüm gibiysem de bu, göründüğüm gibi olmayan biri olarak göründüğüm için, göründüğü gibi olmayan biri olacağım anlamına gelir. Böylelikle aynı anda hem göründüğü gibi olmayan biri gibi görünecek, hem göründüğüm gibi olacak, hem de göründüğüm gibi olmayacağım.



Paradoks 2

   Görünüşüm yine göründüğü gibi olmayan biri olduğum izlenimini veriyor diyelim. Bu kez eğer ben karakter olarak göründüğü gibi olan biriysem, göründüğü gibi olmayan biri olacağım demektir. Yani göründüğüm gibi biri olduğum için göründüğüm gibi biri olamıyorum.



    Yukarıdaki paradokslar görece yüzeysel. Esasen zorlayıcı bir kısım yani bu paradoksların bir alt katmanı var, onu kurmaya çalışıyorum. Bir eşik var, 'çıt' ediyor ve önermeler dipsiz kuyulara dönüyor. Gestalt'ın  figure-ground kuramına bir selam çakalım. Tıpkı değişmeli olarak birbirine bakan iki siyah yüz veya aradaki beyaz şamdanı algılayabildiğimiz o meşhur görselde olduğu gibi, ince bir farkındalık ile paradoksun alt katmanına ulaşmak mümkün.


___________ Bu kısımdan sonrası muğlak bir karmaşa izlenimi verecektir. ___________
(Karmaşa zaten kendi içinde net olmayan bir bütünlük. Bu da fazladan karmaşa.)




    Kısaca söz etmek gerekirse, 'göründüğüm gibi olduğum izlenimini veriyorsam ve göründüğüm gibi biri değilsem'  noktasında kriz çıkıyor. Çünkü göründüğüm gibi olmak, dışarıya izlenimini verdiğim gibi olmaksa, asla göründüğüm gibi olamayacağım demektir. Tersine düşünülürse göründüğüm gibi olmayan biriyken aynı anda dışarıya göründüğüm gibi olduğum izlenimini verebiliyorum. İnsanlar beni "o kendi gibi biridir" diye algıladıkları anda beni göründüğüm gibi biri sanıyorlar demektir. Onlara göründüğüm gibi biri olarak görünüyorum. İçimde de, göründüğüm gibi olmayan biriyim. Öyleyse göründüğü gibi olmayan biri olarak dışarıya görünmeliyim. Bu aşamada da göründüğüm gibi biri olacağım. Öyleyse ben neredeyim ?



'Göründüğü' üzere bu tabaka için kelam ve lafz henüz yetersiz. Hele ki söz konusu yazılı anlatım olunca. şimdilik bu aşamayı donduruyorum. Hazırlıkları yapıldıktan sonra tekrar düzenlenecektir.


-fin

İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides