14 Aralık 2020 Pazartesi

Büyük'ün Ölümü




"Bunu böyle yap"

Bu bir öğüttür. Birine bir şeyi belli bir şekilde yapmasını söylemek çok kolaydır. 

"Onu öyle yapma."

Bu bir nasihattir. Birine bir şeyi belli bir şekilde yapmamasını söylemek çok kolaydır. 

"Bence böyle yap."

Bu bir tavsiyedir. Birine bir şeyi yalnızca kendi yaptığınız gibi yapmasını söylemek çok kolaydır. 



Tek taraflı oklara benzeyen sözlerdir tüm bunlar. Tavsiyeler, dört nala savrulur tavsiyecinin dilinden. Herkesin ağzında milyonlarca tavsiye vardır. Öğüt, öğüdü veren kişiyi rahatlatır. Üstün konumdadır artık öğütçü. Yukarıdadır çünkü eyleme ve söze yön verir. Bir tür egosantrik ilaçtır öğüt vermek. Nasihat eden kendi hatasını unutmuş gibidir. Öyle bir ifade takınır ki suratına bazen, vahiy defterinden satırlar okuyor gibi dalgalanır sedası.


Büyükler, öğüt vere vere benliklerini unuturlar ve bir gün geri döndürülemeyen bu içsel metamorfozu yaşarlar. Bu yavaş ama kimyasal dönüşümü fark etmezler bile.  


O katılaşma gelip çattığında, birer öğüt, tavsiye ve nasihat makinesine dönüşürler. Kayalardan sonsuzca akan su kaynakları, ışığı ve sıcaklığı hiç inmeyen cömert güneş ya da maden hacmi ebediyete kadar azalmayan bir altın cevheridirler artık. Hayat adeta bitmiştir. Tüm gizemler açıklanmış, tüm amaçlar elde edilmiş, öyle ya da böyle kaderin çizdiği yollardan geçilmiş, hayat karşısında artık ilerlemeye gerek olunmayan bir noktaya gelinmiştir. Büyüklerin heykelleşmeleri, işte bu aşamada kendini gösterir. Geçmişle bağlarını koparmaları, onlara yöneltilen hiçbir eleştiriyi anlayamamaları ve tüm duyu organlarını dışarıya kapatmaları bundandır. 


Sırada son aşama başlamıştır. Bu birikimi yutturacak bir insan yığını gerekmektedir. Yoksa büyüklüğün ne önemi vardır? Milyonlarca yeni doğmuş bebek, onlarca milyon çocuk, yüzlerce milyon ergen ve genç insan, yeryüzünde öğüt, tavsiye ve nasihat kurşununa dizilmek için salınıyorlardır.  O mükemmel mertebeye ebediyete kadar kapak atmış olan, ruhları bile tecrübeyle yıkanmış büyüklerimizin gözünde kurallara karşı gelen bu dev kitle, adeta bilgisizliğin anarşizm dolu çaresiz başkaldırısıdır. Tecrübesiz, amatör ve hayatı bilmeyen çaylaklardır onlar. Yön verilmesi gereken bozuk sarkaçlar gibidirler. 




Sonra bir gün "büyük", gözlerini bir noktaya dikmiş, kalp atışlarını bile duyabilecek sessizlikte ve yalnızlıkta buluverir kendini. Bu neyin nesidir? Neyin fark edilişidir? Yoksa, çok daha korkunç bir şekilde, bu bir aydınlanma mıdır? 



Ne yazıktır ki hayatta gaddar bir denge vardır : bir zihnin uyuşukluk süresi ne kadar uzunsa, aydınlanması da o kadar sarsıcı ve dehşetli olur. Büyüğün zihni bir anda çalkalanır, kanı pişmanlığın ezgisiyle dolar. Herkesi ziyaret eden gerçeklik, o gerçek son durak,  gelmiştir. Ölüm. 




O an...


Gözlerini umutsuzca tavana diker "büyük". Nasihatleri onu terk etmiştir. Öğütleri cenazesine katılmayacaktır. Tavsiyeleri ise halini merak bile etmiyordur. Gözlerini tavandan indirip bu kez yere  gömer "büyük". Arınmış bir benliktir, sahip olduğu tek şey. Dört nala savurduğu cümlelerinin tamamı sırt çevirmiştir ona. En iyi ve belki de tek arkadaşları olan cümleleri. Tüm acımasızlığı, sonsuzluğu, güzelliği, eşsizliği, iğrençliği, yıkıcılığı, muhteşemliği ve tarafsızlığıyla, doğa anayı bile hayrete uğratabilecek bir ölümdür yaşanan şimdi.






Büyük'ün ölümü. Gerçek adıyla:


"Yaşayan Ölü'nün ölümü."

12 Aralık 2020 Cumartesi

Agnostiğin Huzurlu Uykusu

Uzun zamandır agnostisizmin dibine bir kazma vurup toprak üzerine çıkarmak istiyordum. 


Vakti geldi. Bu yazıda 'gnostik' sözcüğünün başına gelen bir ile oluşan agnostisizmin çeşitleri ve önermelerine değinen bir analiz amaçlıyorum. Dolayısıyla agnostisizmi, agnostisizmin temel savlarını ve günümüz agnostik argümanları detaylıca inceleyeceğim. Özellikle teizm ve ateizm için bu argümanları kıyaslayarak kendi eleştirel diyalektiğimi uygulamaya çalışacağım. Uzun ve detaylı bir yazı oldu, başlamadan önce içeceğinizi almanız önerilir.


Bugün 'bilinemezcilik' olarak Türkçeleşen agnostik düşünce, modern diyalektik materyalizm ve idealizm arasında bir köprü olarak algılanır. Bu dengeli terazi görünümü, agnostisizmin günümüzdeki son raddesidir; bir başka ifadeyle bilinemezciliğin bugünkü son biçimine (forma ultima) evrilmiş halidir. 


İnsanlık tarihinde kendi içinde bölünmeler yaşamış olan her düşünce, bu bir sonraki forma ultima'ya geçerek yeni savlar ve eleştiriler üretmiştir. İnsanlık tarihi boyunca, dallara ayrılamamış ve kendi eleştirisini (objektif otokritiğini) yapamamış düşüncelerin yol katettiklerini pek fazla görmeyiz. Ateizm gibi keskin olduğu düşünülen bir düşüncenin bile bugün çokça kola ayrılmış olduğunu düşünürsek, benzer ayrışmaların idealistler ve hatta evet, agnostikler arasında da oluştuğu rahatlıkla söyleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki bu tür kendi-içinde-bölünmeler, bir ideolojiye ait tarihsel ilerleyişin doğal sonuçlarıdır. 


Temelleri Protagoras'a (ve bana göre onunla aynı dönem doğan septisistlerin başında gelen Georgias'a kadar) dayandırılması mümkün olan agnostisizm, düşünsel evreni 18.yy sonrasında gelişerek ivme kazanmış ve 19.yy'da kalıcı taban kazanmış bir sistemdir. Sanayi devrimi sonrasında bu yılları takip eden dönemde, çoğu diğer ideolojide (ateizm, teizm ve hatta deizmde) rastladığımız gibi agnostisizm için de "güçlü" ve "zayıf" olmak üzere bir dikotomi görülür.  Ne var ki ilk dönemlerinden bu yana pek çok düşünür, agnostisizmi kimi zaman idealizm kimi zaman da materyalizm kanadına çekerek değerlendirmişlerdir. (Bkz: Engels, Lenin, Politzer vb.)


"Popüler [birinci] anlamda Tanrı’ya inanmayan kişiye ateist denirken Tanrı’ya ne inanan ne de inanmayan kişiye agnostik denir. Ancak daha teknik [ikinci] anlamda agnostisizm, Tanrı’nın var olduğu ya da yok olduğunu gerekçelendirmede insan aklının yeterli rasyonel zeminlere sahip olma kapasitesinin bulunmadığını ileri süren görüştür." *

*Alvin Plantinga, “Agnosticism” maddesi, A Companion to Epistemology: Blackwell Companions to Philosophy, Second Edition, edited by Jonathan Dancy, Ernest Sosa and Matthias Steup, Blackwell Publisihing, Hong Kong 2010, s. 223.



Girişte genel bilgileri yokladığımıza göre, bu noktadan sonra yukarıdaki tanımlamaları açacağım. 

En basit deyişle agnostik,  tanrının varlığının ya da yokluğunun insanın mevcut aklı ve bilişsel yetileri ile kavranamayacağını iddia eder. Bu argümanın temelinde, zihnin, tanrı iddiasını olumlayacak ya da olumsuzlayacak yetide olmadığı ve dahası her iki durum için de taraf tutulabilecek ölçüde kanıt bulunmadığı yatar. Tam bu noktada agnostik için tanrının varlığını olumsuzlayamamak kanıt eksikliğinin eksikliğine (negatifin negatifine), tanrının varlığını olumlayamamak ise yeterli kanıt eksikliği ilkesiyle savunulur. Bu önermeye ben genel olarak kanıtsızlık dengesi adını veriyorum.

[⬆️ Yukarıdaki açıklamayı, karmaşık görünse de agnostisizmin temelinde yatan düşünceyi çok net ifade eden bir açıklama olarak ekledim.]


Görüldüğü gibi agnostik, bu aksiyomunu ana hatlarıyla "insanın tanrıyı algılayışının imkansızlığı" üzerine temellendirir. Ancak gözünden kaçırdığı çok önemli bir şey vardır. Dayandığı belki de tek sav olan kanıtsızlık dengesini de yine kendi "indirgenmiş" aklı ile öne sürdüğünü görmez. Daha açık bir ifadeyle, tanrısal olanı bilme konusunda insan aklının potansiyelini indirgerken, "tanrıyı bilemeyeceği"ni iddia ettiği indirgenmiş aklın yanılıyor olabileceğini gözden kaçırmaktadır. 


Eğer tanrının varlığı, indirgenmiş (kanıtlara ulaşamayan ve şimdilik ulaşamayacak olan) akıl  nedeniyle irdelenemeyecekse, mevcut akıl da tanrıya ilişkin bir sav ileri süremeyecektir. Çünkü agnostiğe göre mevcut akıl kesinlikle ve kesinlikle eksiktir ve yanılacaktır. Oysa 'tanrının bilinemeyeceği' savını öne süren de indirgenmiş bu akıldır ve agnostik kendi çelişkisini görememektedir. Bu nedenle agnostiğin tutarsızlığı, çoğu zaman bir idealistin teleolojik yanılgısını sollamaktadır.  


Felsefe üretmek, bilgiye ve bilmeye dair duyulan arzudur evet fakat bu tanım yeterli değil. Gerçek felsefe, bana kalırsa bu arzunun mantık hamuruyla argümanlaşmasıdır. Türkçede maalesef ve maalesef artık bir argo terimi haline gelmiş olsa da "felsefe yapmak", özünde beyin için oksijen kadar hayati bir önem taşır. Gerçek bir filozofa yakışan, kendi fikirlerini oluşturabilmesidir. Becerikli ya da çuvallamış olması fark etmeksizin kendi fikirlerinde boğulmalıdır. Acı çekmeli ve bu soyut acıya aşık olmalıdır. Yalnızca ve yalnızca "xxx, yyy demiştir" den ibaret olan tespitler, ne yazık ki filozof adayının düşünsel evrenini yerinden bile kımıldatmayacaktır. Şimdi agnostisizmin dallarına değinmek gerekir. 


Zayıf ve Güçlü Agnostisizmin Temel Savları


  • Zayıf Agnostik ve Savunusu


Zayıf agnostiğin öncü savı, tanrı üzerine kesin bir yargıda bulunmuyor olmanın felsefe yapmaya en elverişli zihin durumunu sağladığıdır. "Tanrının varlığına dair tarafsızım, bu nedenle en objektif felsefeyi yapabiliyorum" diyen zayıf agnostik, aslında arındığını sandığı yargısı içerisinde boğulmaktadır. 


İster radikal bir idelist, ister bir güçlü ateist ile tartışmaya girsin, zayıf agnostiğin dakikalar içinde bilinemezciliğin koridorlarında saklanmaya başladığına yüzlerce kez tanıklık ettim. Bir güçlü (pozitif) ateist olarak, tanrının mümkün olamayacağına ilişkin önermelerime bağlı formülleri (denklem niteliğindeki toplu savlarımı) açıklığa kavuştururken sürekli olarak "nereden biliyorsun" sorusuyla karşılaşıyorum. Buradaki tıkanıklığın nedeni, diyalektik ile karşılaştığında bunu kendi epistemolojik algısına dayalı septik çizgisine çekerek, retoriğin "dağıtma" tekniğine sığınmış olan agnostiğin yöntemidir. 


Bu yöntemi en basit haliyle açıklayalım :  bir tartışmadaki temel mantık, rasyonel düşüncenin eldeki verilerden hareketle şekillenmesi gerekliliği esasına dayanır. Yani rasyonellik iddiasına sahip önermelerinizde veriye sahip olmanız dahi yetmez. Tutarlı verilere ihtiyacınız vardır. Birbiriyle ilişkilendirilecek verilere. Ancak agnostik savların tümü, diyalog esnasında ateiste bıkıp usanmadan yöneltilen "nasıl eminsin, sen orada mıydın, nasıl adın gibi biliyorsun" gibi, tartışmayı bir arpa boyu ilerletmeyecek olan, sonu gelmeyen bir kuşkuculuk tufanına sürüklenmektedir. Kuşkuculuk ile ilgili bir sorunum yok. Aksine kuşku, zihni geliştiren harika bir araçtır. Ancak kuşkuyu merakın takip etmesi ve merakı da araştırma isteğinin takip etmesi gerekir. Evet, agnostik çoğu zaman bir ateist kadar uygarlık tarihi ve inanç tarihi bilgisi taşır. Evet, agnostik çoğu zaman zerre şüphe duymadan solucanı yutan balık sürülerini andıran teistlerden farklı olarak kuvvetli kuşkular taşır. Ancak bir agnostiğe getirdiğim en büyük eleştiri, kuşkusuyla inşa ettiği evinin içinde başını dışarıya çıkarmadan ölene dek oturmayı seçmesidir.


Ortaya çıkan sonuç ise acıklı olmuştur. Ne idealizme ne de materyalizme uzanabilmiş,  bulanık bir düşünce tablosu çıkmaktadır. Yazı boyunca agnostisizmi düşünsel olarak başka, yaşayış olarak başka ve birbirine tamamen zıt iki düşünceye benzeteceğim ve bu fikrimi tüm nedenleri ile sunacağım. Öncelikle, neden özellikle zayıf agnostiği "çekingen bir idealiste" benzettiğimi izah edeceğim.

 

Zayıf agnostik, evrenin yasalarını kabul eder ancak temel önermesi bunun ötesine geçer. Yasalarıyla birlikte tüm bu evrenin ardında, bir bilinci olan ve klasik ahlaki yargılarıyla tanıdığımız ilahi bir gücün bulunup bulunmadığını bilemeyeceğimizi öne sürer. Sorun burada açıkça kendini gösterir çünkü tartışılan konu her ne olursa olsun, bir agnostiğin  "asla bilemeyiz" demesi, onun aynı zamanda tanrının / tanrısal bir kudretin varlığının çürütülemeyeceğini de savunduğu anlamına gelir. Tanrıyı "reddetiği" orana eşit olarak tanrıyı bir ihtimal olarak "kabul" de eder. İşte tam bu noktada agnostik, aslında gizli bir idealist olarak karşımıza çıkacak ve farkında olmadan dogmatik idealist düşünceye saplanacaktır. Zira tanrıyı neden varsayabildiğini açıklayamaz. O'nun varlığını hangi nedenlere dayandırarak ihtimal dahilinde tuttuğunu açıklayamaz. 


Çok net biçimde biliyoruz ki "kanıt" kavramı üzerinde bir dikotomi niteliğinde olan, teoloji felsefesindeki hararetli çatışmaların temel iki öznesi idealizm ve materyalizmdir. Ancak bu iki kanadın arasında, üçüncü bir düşüncenin aslında hiçbir geçerliliği yoktur. Geçerlilik ile etki alanını kast etmekteyim. Şu noktaya çok ama çok dikkat ediniz : Evrenin duyumsanabilir özelliklerini, klasik fizik ve kuantum fiziği sentezi ile açıklamak için kolları sıvayan günümüz pozitif bilimlerinin bulgularını kullanmakta hiçbir çekince göstermeyen agnostisizmin, tanrının varlığı konusundaki kanıt yokluğuna karşın benzer cesareti gösterememesi, bu düşüncenin temel sorunu ve çelişkisidir. 






  • Güçlü Agnostik ve Savunusu (Kutudaki Kedi Argümanı)

Agnostisizmin diğer kanadı olan güçlü agnostisizm, tanrının varlığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini, bu konuda yeterli verinin hiçbir zaman var olamayacağını, insanın bu bilgiye hiçbir zaman erişemeyeceğini savunur. Bunun nedeni, insanın, ilahi aşamayı tam anlamıyla kavrayabilmesi için gereken yetkinliğe hiçbir uzay / mekan ve zamanda ulaşılamayacağı düşüncesidir. Yani durum "sonsuza kadar asla" dır.       Bunu not alayım, güzel bir film adı olur. "Never, forever and ever" falan gibi.


Genelde güçlü agnostik ile tanık olduğumuz sav şudur : "Bir adam bir kutu getirir ve içinde bir kedi olduğunu söyler. Teist sorgusuzca kutuyu alıp ölene kadar kutu içindeki kediyi "var" varsayar. Bundan asla şüphe etmez ve bu inancı değişmez. Bu bir ön-kabuldür. İnancı öyle kuvvetlidir ki kutuyu gerçek bir şüphe ve eleştirel bakışla inceleme ve irdeleme ihtiyacını dahi hissetmez. Hatta onu yok saymaktan korkar. Agnostiğe göre ateist ise adamın getirdiği kutuya bakmadan "kesinlikle içinde kedi yoktur" demektedir. 


İşte tam bu noktada, agnostiğin ateist ile ilgili fikirlerine ilişkin bir sürü problem ve bozukluk vardır. Çünkü ateistin bu kanıya kutuya bakmadan vardığını söylemek tamamen yanlıştır. Bilerek yapılan bir yanlış. Ateistin neden kutuya bakan tek kişi olduğunu açıklamadan önce, bu argümanın metaforik bozukluklarını göstermem gerek.


Öncelikle ortada kutu getiren bir adama benzetilecek hiçbir 'tanrı' kavramı yoktur. Yeryüzünde binlerce inanış ve en iyimser kabulle diyelim ki yüzlerce tanrı vardır. Bu tanrılardan çoğu, tıpkı semavi dinlere benzer şekilde bir inanış-ibadet düzenlemesi anlamına gelen din sistemine sahiptir ve insanlara bunu aktarma gayesi gütmüşlerdir. Yani ortada yüzlerce kutu getiren yüzlerce adam vardır. Daha trajikomik olanı ise bu adamların her biri, kutularının içlerinde yüzlerce farklı kedi olduğunu söylemektedir. Yahweh, Yehova, Eli, Eliah, El-ilah, Allah ya da adı hangisini beğenirseniz artık, tanrının var olduğundan bahseden teiste daha tartışmanın en başında sorulması gereken soru "Hangi tanrı?" sorusudur. Bu soruyu hayatım boyunca sordum ve soracağım. Sorun, sordurun.


Gelelim ateizme getirilen agnostik eleştiriyle öle sürülen, "ateist kutuya bakmadan kedi yoktur diyor!" kısmına. Ateizm, dogmalardan mümkün mertebe sıyrılmaya odaklanması sayesinde, uygarlık tarihi boyunca doğadaki canlı ve cansız varlıkları nesnel bir metot ile inceleyebilmeyi en fazla başarabilmiş düşüncedir. Sosyoloji, jeoloji, matematik, fizik, dilbilim, tıp, astrofizik, ne sayarsanız sayın, bu bilimleri din veya tanrı ile yapamazsınız. Çünkü bilim değişir. Daha da fenası, bilimin nesnesi de değişir. Fakat din ve tanrılar değişmez. Değişemez. Değişirlerse nesneleşirler. Haliyle nesne olan, kutsal olamayacaktır. İlahiyat bile özünde tanrıya ve ona ilişkin olanı "bilimsel" metotla incelemektir. Adı bile "theo-logy" dir. Dahası, yurt dışında bir ilahiyatçı gayet ateist bir birey olabilir. Tanrıya sövmemesi ya da 'bence teistler salaktır' vb. gibi ifadeler kullanmaması yeterlidir. Bilakis bu gibi saldırı ve hakaretleri hangi kesimin yaptığını hepimiz biliyoruz. Şu yazımda görebilirsiniz.


Neyi benimserse benimsesin, bir insanın düşünce dünyasını yaşam tarzı ile anlarız. İnsan, aklının içindeki gizli düşünceleri değil, yaşayışıdır. Yaşantımız ve yaptıklarımız yerine düşünce dünyamız ve içimizde olup bitenler ile kendimizi tanımlayamayız. Şöyle bir örnekle destekleyeceğim : 


Tanrı "varsayılacak" ise eğer, bir ateist çoğu zaman bir teistten (iyilik edimleri hakkında) daha 'teist'  olan davranışlar içerisindedir. Bunun diğer kutbunda, bir teist çoğu zaman bir ateistten daha "kafir" denilesi (dine göre) tutumlar içerisindedir. Görüldüğü gibi bu zıtlıklar, kişilerin düşünce dünyasından bağımsızdır. Tüm bu varsayımları, tanrının varlığının pozitif (+) kabul edildiği bir düşünsel tabanda öne sürüyorum. Bu nedenle dünyada teist insan sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Tanrı(ları)nın buyurduklarını hayatına yansıtabilmiş kullar olabilmekten söz ediyorum. Gerçek ve örnek bir teist olmaktan. Sahiden örnek alınabilecek bir mümin olmaktan. Aynanın karşısına geçip bugüne kadar yaptıklarınızı tepeden tırnağa bir hesaba çekin, çok derin muhakemelere girerek inancınız ve yaşantınızı kıyaslayın. Ne demek istediğim ortaya çıkacaktır.


Her koşul ve durumda kendine karşı dürüst olmaya çabalayan insan, en sonunda kendi rönesansını gerçekleştirecektir. Yaşayış konusunda agnostiklere söylemek istediğim şey de benzer aslında. Tutarsızlıktan ziyade, kategorizasyon sorunu olduğunu düşünmekteyim. Evet kategoriler saçma, sıkıcı ve despot görünebilir fakat ne olursa olsun prototipler esastır. Tasavvufçu değilseniz eğer, evren kategorilere ayrılmadan anlaşılamıyor ne yazık ki.

Amaç, bilinemezcilik koridorlarında labirent oyunu oynamak ve yalnızca kuşkuya sığınmak ise eğer, ben de  sevgili agnostiklere nasıl yaşadıklarını hatırlatmayı; dışarıdan nasıl göründüklerini onlara göstermeyi seçiyorum. Yazıyı anlık yarattığım bir mektupla bitiriyorum.

_______________M____E____K_____T______U____P__________

Sevgili agnostikler, 


Denge gibi görünen bir illüzyon içerisindesiniz. Tanrıya işaret eden ipuçlarının varlığı ve yokluğuna dair kanıtların eşit ağırlıkta olduğunu düşünüyorsunuz. Teoride orta noktada yer aldığınıza inanıyorsunuz ancak pratikte gerçekler ortaya çıkıyor. Nasıl mı?


İbadet etmiyor, tanrıyı hayatınızın hiçbir parçası yapmıyor ve dinlerin insan ürünü olduğunu kabul ediyorsunuz. Dini ritüeller sizi heyecanlandırmıyor çünkü insanlık tarihini ve bunların ortaya çıkışını biliyorsunuz. "Tanrı vardır" fikrine karşı kanıt yetersizliği nedeniyle cesurca sırt çevirebiliyorsunuz. Tanrının tehditlerinden korkmuyor, ödül diye sunduklarıyla ilgilenmiyorsunuz. Öte dünyaların imkansızlığının farkındasınız ve kızgın ateşte namaz kılmak, yanan derilerinizin soyulup soyulup geri gelmesi ya da vadilerinden ırmaklar akan güzel meyveli ortamların ölüm korkusunun getirdiği hülyalar olduğunu sezinleyebiliyorsunuz.

 

Tüm bu parçalar birleştirildiğinde, ilahi ve fani olanı yeterince ayırt edebildiğinizi de kabul edersek, aslında her biriniz ateizmin kollarında sıcak, şefkatli ve ninni dolu bir uyku çekiyorsunuz. Çünkü agnostik, yaşayış tarzından inancına, ötekileştirilme şeklinden toplumda dışlandığı alanlara, doğa karşısında kendisini konumlandırdığı yerden tutun da kadere karşı tavrına kadar,  kuşkusundan sıyrılamamış ateistten başka hiçbir şey değildir.


Hayatınızı en az bir ateist kadar "tanrı-sız" sürdürdüğünüzü unutmayın. Huzurlu uykunuzu biraz bölmüş oldum. Bağışlayınız.

Sevgilerimle,


Buranuna


______________________________________

-fin


11 Aralık 2020 Cuma

Mucizenin Keşfi


Hume, mucize için keşfettiği argümanı üzerine konuşurken kendini çocuklar gibi mutlu hissetti. Haklıydı. İşleyen bir kafanın ürettiği şeyden duyulan tatmindi bu. Keşfini şöyle dile getirmişti :


"Bir argüman keşfettim diye kendimle övünüyorum. (Ki) bu argüman eğer doğruysa, akıl ve öğrenilenle birlikte batıl itikatlı yanlış inanışların her türlüsüne sonsuz bir denetim sağlayacaktır. Tahmin ediyorum ki tüm tarihte uzun süre boyunca mucizelerin ve harikaların hesapları bulunacaktır. Kutsal ya da kafir.

Tüm tarih boyunca hiçbir mucize yoktur ki iyi niyetinden, eğitiminden, şüphe duyulmayan ve bizi tüm hilelerden koruyacak kadar öğreniminden endişe etmediğimiz yeterli sayıda kişi tarafından buna tanıklık edilmiş olsun. Bu kişiler, diğerlerini aldatacak kadar şüphesiz dürüstlük sahibi kişiler olmalı. Yoktur, bir yanlışlığa dahil olunması durumunda kaybedilecek çok şeyi olan insanlığın gözünde itibarlı tanıkların gördüğü bir mucize..."


İşte hayat boyu peşinden gidilecek olan, buna değen en yüce haz da yine budur. Emin olduğum bir şey varsa, hiçbir hazzın bu tatminle yarışamayacağıdır.





:


İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides