1 Ocak 2020 Çarşamba

Zaman Üzerine - 3

Belki zamanı sözcükler ile işgal etmek mümkün olabilir.

Bilinmez Gibi Görünen Sahte Sahtelik
Sahte sahte, gizlenmiş gerçektir. Gerçek gözlerimizin önündedir. Tek gerçek, bildiğimiz zaman akışında geleceğin gelmekte olduğudur. Başka hiçbir gerçeklik olmamalıdır. Buradaki sahtelik, bilinmez gibi görünüşüdür geleceğin. Gelecek bilinir, o her şeyden çok bilinendir. Gelecek hakkında bilinmesi gereken tek gerçeklik, onun geleceğidir - daima bir şeylere bağlı olarak.



Buradaki sahtelik ise, öznenin geleceği en bilinmez olan olarak nitelendirip, eylemlerinde sorumluluk almamasıdır. Kader, kısmet, nazar, ve hatta kaza sözcükleri, öznenin çıkarım yapabilen aklına yapılan hakarettir. Zaman ve eylem ilişkisi hiçe sayılır. Neden - sonuç ilişkisi hiçe sayılır. Eylemlerin "kısmet" denerek kaçılan sonuçları, sahteliktir. Gerçeği omuzlanamamaktır. Öznenin en büyük kendini kandırışıdır "kısmet."



Kaza yoktur, neden-sonucu kurulamamış beklenmedik eylem ve olay vardır.



Gelecek benden bağımsız gibi görünür, fakat zaman ve uzamdır insanın ani ölümü

Bir kaza yalnızca "o zamanda o yerde olmak"tır. Bu bizzat insana bağlıdır.

Özneye bağlı olmayan fakat özneyi etkileyebilen kazadan nasıl söz edilebilir?



Bu satırlar yazılırken veya okunurken binlerce 'kaza' meydana geliyor. Fakat bu yazı rahatlıkla yazılabiliyor. Okuyan gözler rahatlıkla okuyabiliyor. Çünkü zaman ve uzam ilgisizliğidir rahatlık. Bana dokunmayan yılan, benimle eş zaman veya uzamda olmayan yılandan başka bir şey değildir. Kolaya alışmış ezber zihinli özne, aynı zaman ve uzamda olmadığı hiçbir olayı hiçbir şeye yormaz. Bu düşünsel emeğe tenezzül bile etmez..  "Kısmet" ve "nazar" cephanelerini ancak kendine dokunan anlarda savunmak için harcayacaktır.



Zaman ve uzam üzerine tuz tanesi kadar düşünmeyenin zaman ve uzam üzerine en rahat konuşanlar olması da bundandır. Onların cephaneleri hep hazırdır. Silahları ise hep aynıdır. Ancak birbiri ardına kazanılmış hiçbir iki savaş yoktur ki, farklı ve daha üstün silahlar kullanılmamış olsun.







Geçmiş, şimdi, gelecek

Hepsi birbirine dönüşecek.



Gelecek geçmişe hükmeder

Geçmiş geleceğe hükmeder

Şimdi, ikisinin kavgasıdır.



Geçmiş, iki kafalı yılandır. Yakın ve uzak geçmiştir başları.

Belki de iki kafalı "bana dokunmayan yılan"dır. Fakat geçmişi, öznenin kendisinden o kadar da bağımsız değildir. Özneyi özne yapan elementlerin başında geçmiş geliyorken üstelik.



Geçmişin bükülmesi,

Umulmadık anda zihinde beliren acıklı bir "Ne yaptım ben"e bakar

Yılmadan çekiştirir hafızayı ardından, geçmişteki halatlar.



Geçmiş, geçmişi de şekillendirir

Özne geçmişte yaptığı bir hatayı "tam şimdi" aptalca bulabilir. Pişmanlık hissi mumyalar bedenini. Artık pişman bir "şimdi"dir özne. Ve o an hemen geçmişe katılır. Böylelikle az önce, yani pişmanlık duymadan hemen önce gururla hatırladığı o eylemleri, pişmanlık duyduğu andan hemen sonra yeni bir şeye dönüşmüştür artık. Gururlar pişmanlıklardır.

İşte, az önce en yakın geçmişe dönüşmüş olan "en son şimdi", en uzak geçmişleri bile şekillendirmiştir. Geçmiş bu yüzden en çok ve en kolay dönüşendir.



Yakın geçmiş, uzak geçmişe hakim olabilir:

-Dün yaptığım bir şey, bütün geçmişimi yok edebilir.



Uzak geçmiş yakın geçmişe hakim olabilir:

-Uzun süredir bir özelliğiyle ün yapmış bir kimsenin yakın geçmişte yaptığı bazı şeylere inanmaz bazen insanlar. 

"O yapmaz öyle şey. O yapmamıştır. O değildir." gibi  kabullenemeyişler, uzak geçmişte inşa edilmiş karakterin yakın geçmişi güvenceye almasıdır.



Geçmiş, birikmiş şimdilerdir. Şimdi, gelecekten kucağıma akandır.

Bu yüzden geçmiş, birikmiş geleceklerdir. Geleceğin geçmiş-leşme anı, bu sebeple işten bile değildir.

Sürekli biriken taze-geçmişlerin oluşturduğu bir çizgidir yaşayış. Her şey geçmişten mi ibarettir?



Aklın mekaniği nerede işler? Geçmiş mi, şimdi mi, gelecek mi kurar aklı? Her şey iç içeyse, benim bu sıkışmışlık içinde karşılığım nedir? Bir illüzyon denizi haricinde hiçbir karşılık görünmüyor.



Geçmiş, şimdi, gelecek

Hepsi birbirine dönüşecek.



Her şey, Her Şey olamaz.

Geçmişim geleceğimi belirler.

Bireyin karakteri nöronal sapmalar olmadıkça belirli bir çember içerisinde gidip gelmektedir. Bu çemberin yapılanışı çocukluk ve ondan önce öznenin içerisine fırlatıldığı aile, kültür, toprak, ulus, etnisite, din, dil ve ambiyanstır.



Gelecek şimdimle şekillenir.

"Karar veren ben" hangisidir? O, şimdi-deki öznedir. Geçmişteki özne karar veremez. Fakat şimdi-de karar verecek olan özneyi yapan odur. Nihayetinde daima şimdi-deki karar verir. Yeni şimdi-ler yaratır, dolayısıyla da sonsuz yeni geçmiş-ler.


Şimdim geçmişimle oluşur.

Hemen üstteki "karar veren", kararlarını rastgele vermeyecektir. Onun zihninde gömülü bir geçmiş vardır. Şimdi-nin sarmallarında kıvranan özne, öyle bir karar arafındadır ki bir sonraki adımını çekiştirip duranlardan biri de geçmiştir. Geçmişinden bağımsız kararlar verdiğini sanan ve radikal bir eylem yarattığına inanan insan cüceler adasındaki Gülliver kadar büyük yanılgılar içindedir. Hafıza, yeni bir şey yaptığını sandığı anda içindeki geçmişleri öylesine bir çalkalayıverip yerlerini değiştirmekten öteye gitmemiştir aslında.



Şimdim geleceğimin tutsağıdır.*

Şimdi-m, genel bir uğraş içindedir şekil vermek için inandığı geleceğe. Aslında ufukta duran o sahte gelecek ışığı, zaten ellerimde olmayan her anımı zincirlemiştir. Özne işte bu denli akıl almaz bir işkence görür her koldan. Varlığı zamanın işkenceleri arasında kavrulan "tek" geçimlik bir yoldur.



Gelecek geçmişimi dönüştürür.

Gerçekleşmesi beklenen bir şey, geçmişi sorgulamaya itebilir özneyi. Hiç yapmadığım, yaptığımdan en çok emin olduğumdan bana.



Geçmiş geçmişi büker.

(Bkz : yazının girişi.)


Geleceğim, şimdim ile kırılabilir.

Ani bir ölüm şimdiyi ağzına kadar son bir kez doldurur. Gelecekten söz edilemez artık.



Gelecek, geleceği ortadan kaldırır.

İki seçimli bir yol varken, asla aynı 'eş zamanda' ikisinden de gidilemez. Birinin varlığı ötekini yok kılacaktır. Bunlar öznenin hemen önündeki gelecekteki iki opsiyondur ve hem birbirlerine bağlı, hem tezat içindedirler.


Her şey bu kadar iç içe, ve öznenin sorabildiği en mütevazı soru "Ben kimim?"





Yazık düşünen varlığa

Yazık asla cevap alamayacak olmasına.

Daha ilk mesafesinde düşünüşünün

Çoktan örülmüş dev acı duvarlarıyla

Yaşayacağı kaçınılmaz çarpışmaya

Ne yazık.



( *Schopenhauer bu sonsuz çaba ve Budist mutluluğunu özetlemiştir. Aşkın Metafiziği & İnsan Doğası Üzerine)

Zaman Üzerine - 2

“Birey olarak insan, hatıralarından ibarettir. Kendini ve yaşantısını her gün yeniden hatırlamak ve ona göre hamleler yapmak zorundadır. O, doğanın kendisine sarhoş bir ihtiyarın havaya saçılan şarkıları kadar gelişigüzel bahşettiği genlerin mahkumudur. Algısından çok önce şekillenen kişiliği üzerine inşa ettiklerinin an be an takibini yapmak zorunda olan bir makinedir. Toplum olarak insan ise, zaman kayığında mahsur kalmış küçük bir hayvandır. Ne gittiği yönü bilir, ne geldiği yeri. Dahası umutsuz bir rüyadadır: Her zaman bir geçmişi ve geleceği olduğu rüyası. Kendine en uzak olan da, kendine en çok muhtaç olan da odur. Tekil veya çoğul, insanın varoluşu büyük bir çıkmazdadır.” 

-Buranuna


İçimdekiler

Buğulu çağlardan ve tozlanmış uzak bir geçmişten bu yana, insanın kontrol etmekte en çok zorlandığı temel nitelikleri, diğer hayvanlar ile benzer köklere dayanan içgüdüleri olmuştur. Bu hazır gelen (default) içgüdülerin başında beslenme, üreme (günümüzde bu ilkel gayeden ayrılarak sekse duyulan kanalize arzu halini almış birleşme isteği) ve barınma yer alır. İşte üzerinde neredeyse hiçbir dönemde söz sahibi olamadığımız bu üç anahtar yönelim, varlığın bütününü kuşatmış haldedir. Örneğin acıkma hissini kontrol edemezsiniz. Sizi tok tutan şeyler yedikten sonra besine ihtiyacınız olmadığını sanmak bir yanılgıdır. Zira ‘tok olmak’ ile ‘beslenmek’ çok farklıdır. İki gün yiyeceğe ulaşamadığınız bir periyotta motor sistemlerinize erişiminiz kısıtlanır; açığa çıkarabileceğiniz maksimum enerji / kuvvet oranı düşüş gösterir ve dışarıya fazlasıyla açık hale gelirsiniz.

İkinci güdü seks evrenidir ki insan mekanizması üzerindeki anlık etkilerini konuşmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Libido depoları dolu bir kişi (siz değil tabi ki, bir arkadaşınız) sıkı kalçalı bir kadın veya dev omuzlu bir adam gördüğünde karar verme–planlama–strateji üretme işlemlerinde merkezi komutaya sahip bölge olan prefrontal lobun işleyişindeki sekteleri gözlemlemişsinizdir. Arzuladığı bir partnerin karşısında sağlıklı bir insanın bilişsel pek çok işlevi gözle görülür değişimler geçirecektir. Evrim, düzeneğin bu şekilde çalışmasını belirlemiş ve hayvanların çoğunda benzer sistem komünün tekil üyelerini bu yolla soylarını devam ettirmeye yöneltmiştir (zorlamıştır). Denklem basittir: Cinsel çekimin başladığı partner tam odaktaysa, kendini bütünüyle denetlemeye kararlı kişiyi zor anlar bekliyor demektir. Belki de bu üç öz-güdü arasında kontrol etmesi en zor olanı bu sebeple egzersiz ve tatmin amacıyla seks / çiftleşme (üreme)dir. Çünkü bu dürtüye dair kendi vücudunuz ya da bir partnerinki ile aklınıza yoğun biçimde gelen herhangi bir şey, vücudunuzda çok farklı hormonların salgılanmasına yol açar. Hormonlardaki düzensizlik ve dalgalanmalar ise oto-denetimi tamamen ortadan kaldırabilir. (Bkz: kortizol, serotonin, endorfin, dopamin, adrenalin, melatonin ve daha nicesi)

Dürtülerden üçüncüsü ve sonuncusu barınmadır. Aslında barınma, geniş bir gerekliliği kapsar. İnsan ırkının ekosistemde sağlamış olduğu hiyerarşinin ve hatta kendisini doğaya kafa tutabilecek bir tür olarak görebilmesini sağlayan niteliklerinden bir tanesinin, bu denli geniş bir coğrafyaya yayılabilmesi olduğunu itiraf etmek gerek. Fakat ona bu avantajı sağlayan, aslında hiç de elinde olmayan ve kontrol edemediği bir yönelimidir. Bir sığınak inşa etmek. Bunu prehistorik dönemlerde bir ‘inşa etme’den daha çok bir ‘meydana çıkarma’ olarak görebiliriz. Bir kayanın oyulması, sonraki dönemlerde toprakla (fakat toprağa bütünleşik) oluşturulan formlar ve bunu izleyen komplike yapılar, insanlara her çağ ve dönemde bir öncekinden daha geniş iklim ve coğrafyada yaşayabilme fırsatını sunmuştur. Bunlara destek olarak ateşin manipülasyonu, hayvan postlarının kullanımı ve daha ileri gidilerek çevrenin bu içgüdüye göre düzenlenmesi, atalarımızın hünerli elleriyle (aslında hiçbir zaman kontrol edemedikleri bu temel ihtiyaçla) ortaya çıkan tarihsel gerçeklikler (phenomena) olmuştur.

Gayemiz insan doğasının görece daha ilkel olan iskeletini oluşturan bileşenlerini anlamak ise, elbette birden çok gözlem noktasına ihtiyacımız var. İlerleyen bölümlerdeki tartışmalar, defalarca ‘kontrolsüz’ olduklarını öne sürdüğüm bu güdülerin denetimlerinin günümüzde ne kadar karmaşık ve hatta artık üzerinde oynanabilir hale geldikleri üzerine olacak. Bunun için öncelikle yaşam kavramının tarihsel seyrine kısaca göz atmak gerektiğini düşünüyorum.

Kişi, yaşayışında topluma daha entegre veya görece daha yalnız bir çizgiyi tercih edebilir. Bugün bu seçimi öyle ya da böyle yapabiliyor. Fakat geçmişte işler her konuda olduğu gibi ‘yaşayış’ söz konusu olduğunda da farklıydı.







Toplumsallık ilkel, bireysellik ise daha gelişkin ve girift bir yaşam modeli olarak karşımıza çıkar. Peki ama neden? Tarım devrimi sonrasında insanlığın tamamı, gitgide daha ‘sıkış tepiş’ bir yaşamla baş etmek zorunda kaldı. Tarihin bizi içine ittiği bu sosyal evrim ve kalabalıklaşma, birbirine her zamankinden daha bağlı ilişkileri doğurdu. Küçük gruplara aşina olan donanımlı insan türü, kendini bir kabile düzeninden çok daha farkı bir şeyin ortasında buldu: "toplum". 

Bu yapışık ilişkiler bütünü bir yargıç gibi hüküm sürdüğünde, grubun sürerliliğini oluşturan kurallar bireyin hareket alanını denetlemeye başlar. Yargılar, belirgin ve bağlayıcıdır. Denge her zaman negatif kutupta değildir. Bir başka ifadeyle, bir arada yaşamak her zaman kötü değildir elbette. Bireysel yaşamak isteyenin sırtındaki baskının diğer tarafında, tek bir üye başına düşen yük çok daha azdır ve görev paylaşımı gözetilir. Hastalanan kendisini tedavi etmek zorunda değildir. Bir eve ihtiyacı olan, bina yapmayı öğrenmek zorunda değildir. Evine mobilya almak isteyen bir komün üyesi, marangoz olmak zorunda değildir. Çünkü bir toplumda bu işleri yapanların her zaman var olduğunu bilir. 

Bu ağın içinde yiyeceğe ulaşmak (beslenme) ve dış tehlikelerden korunmak (barınma) da daha kolaydır. Toplumsallık bireye eş bulma ve üreme açısından zengin bir kaynak sunar. Bireyselliğin ön planda olduğu yaşayışta ise kişinin istekleri, umutları ve öznel ahlakı merkezdedir. Grup / topluluk normları daha az etkilidir. Tek başına kişi, kendi kendine yetme zorunluluğunun yükünü birçok alanda omuzlarında hisseder. Besinini kendi almalı, barınağının ihtiyaçlarını kendi karşılamalı, fiziksel – psikolojik sorunlarıyla çoğunlukla kendi baş etmelidir. En önemlisi, eş seçimi işi artık ona kalmıştır. Tercih edilen olmak için kendi farkını yaratmak durumundadır. Dolayısıyla tekil bireyin dürtüler evrenine ortağı da, karışanı da pek yoktur.

Akla büyük bir soru geliyor. Bu ayrım nasıl oluşabildi? İnsan bu denli bel büken ve sınırlayıcı yönergelerin olduğu toplumsallıktan (söz gelimi Avrupa’da orta çağ ve doğu toplumlarında son yüzyıllardaki zincir modellerden) bireyselliğe nasıl adım atmış olabilir? Aslına bakılırsa bunun aksine bir ihtimal düşünmek mümkün görünmüyor. Çünkü burada “Aferin!” dendiğinde sahibinin fırlattığı ve koşup getirdiği sopayı ağzından bırakan sadık ve efendisine muhtaç bir evcil köpekten değil, benliğinin ve öleceğinin farkında olan bir hayvandan bahsediyoruz. Yaptıkları ve yapabilecekleriyle bugüne kadar görülmüş en tehlikeli neden – sonuç zincirini doğurmuş bir hayvandan. Bildiniz. Aynaya bakın yeterli.

Değişmeyen Tek Şey, Değişimin Efendisidir sözünün ardında gizli bir şey gizli belki de : “Zaman”

Tarih, hiçbir zaman aynı seyretmedi. Tarih, kendisini asla tekrarlamadı. Tarihin tekrarladığı sanrısının niçin bir ihtimal bile olamayacağını, başka bir zaman yazısında açacağım. Bir analoji şimdilik yeterli: Yaydan çıkan bir ok, aynı yolu tekrar katedebilir mi?  Değişimi ve tekrarlanamaz olmayı merkeze alan bu önermeler, ilk kez burada ortaya atılan şeyler değil. Bunları ilk düşünen ben değilim. Çok önemli (ve Yunan) birileri bu işe el atmışlardı çoktan elbette. Elbette “Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak” –tı.

İnsanlık her defasında, zihninde beliren ve somut dünyada karşılık bulacak şeyleri önce tasarlayıp daha sonra onlarla baş etmek zorunda kalmıştır. Her fikir, bir eylemin ön aşaması olarak zamanla yoğrulmuş ve eylemsel bir olguya (phenomenal act) dönüşmüştür. Bu yoğrulma, fikirlerimizin birer sorun olarak yeniden ve yeniden karşımıza çıkması demektir. Biliyoruz, çok iyi biliyoruz ki yarattıklarımızı zamana borçluyuz. Hepimizden önce o’nun olduğunu biliyoruz. Bizden sonra da hiçbir yere gitmeyeceği için, ondan korkuyoruz. İyi irdelenirse, korkulanın ölüm değil zaman olduğu bilgisine varılabileceğini düşünüyorum. Bu korku, asla bitmeyecek bir şeyin (zaman), sınırlı bir varoluşa sahip akıllı hayvanda asla bitmeyecek olan korkudur. Zaman, bu korkudan asla etkilenmeyecektir. Beslenmeyecek veya küçülmeyecektir. Aktıkça akacaktır. Uygarlıklar bu yolla kurulup yıkıldılar. Uygarlıklar, toplumlar ve devletler içindeki insan, hiç olmadık çabalar ve uğraşlar içine girdiği için korkusunu unutur. Dahası komün ona güven verir. Yalnız ve çürüyor olduğu çıkar gider aklından.

Dikkate değer bir süre boyunca, çok az sayıda insan bunları tartışabildi. Çok az sayıda insan, fikir tezgahını canına malolabileceğini bildiği halde insanların yargılarına sunmaya kalkışabildi. Bunun sebebi, filozofun, yığınların desteğiyle çoğulcu kültürün bulanık dogmaları arasında sindirilmesidir. Kalabalığın ardı arkası kesilmez yargılarının tozunu nesiller boyu yutmak zorunda kalmış olmasıdır. Ancak tarihin sayılardan oluşan bir serüven olduğunu biliyoruz. Her macerada olduğu gibi, tarihte de birçok sürpriz baş gösterdi. Aralarda bir yerlerde, Epiküros gibi bir adam doğdu ve insanın içinde uyumakta olan öz farkındalığı bir adım ileri taşıdı. “Haz” diyecekti. “Seni mutlu eden, iyidir. Seni sınırlayanı değil, mutlu eden şeyi ara.” Binyılarca çağlayan ‘toplumsal biraradalık ırmağı’nın önünü tıkamaya başlayan çokça fikir içinden, uyanış niteliğinde kritik bir örnektir bu. Hazza yönelimden asırlar sonra günümüze yakın bir yerlerde, bireyselliğe geçişin toplumun muazzam kesimlerini kucakladığı eşsiz bir şey daha meydana geldi. Tehlikeli hayvan bu eşsizliği şöyle adlandırdı : Rönesans.







Tarihte çoğu köklü değişimin kan, soykırımlar ve yıkımlarla olduğunu gözlemlemek zor değildir. Sanıyorum ki bu değişimlerde başrol oynamış olan şiddet, korku ve yok edici silahların tesirinden söz etmeye gerek yoktur. Ancak Rönesans’a ayna tuttuğumuzda farklı silahların kullanıldığı bir değişim bizi karşılıyor. Yeryüzündeki belki de en etkili silahlar: Düşünce, mizah ve sanat. Biraz önce bahsettiğimiz tehlikeli hayvan, nasıl ki mızrak, kılıç, yay veya tüfeklerle korkunç bir canavara dönüşebiliyorsa, aynı hayvan Rönesans’ın silahlarıyla bu kez kendi sınırlarını aşma ve geçmişinden sıyrılarak eşine rastlanmamış keşiflere tanıklık etmenin şafağında dikilmiştir. Bu silahları kuşanmış bireylerin, dönemin Avrupa toplumuna ve özgür düşünme/ifade çağının başlangıcında yaptığı iki devasa etki bulunur. Bunlardan ilki, ayrışma sürecine yaptığı büyük bir katkıdır. Bu katkı, asırlardır kitleleri sabana sürülmüş hayvanlar gibi denetleyen ve baskıcı kültür kabullerinin sürerliliğinin gözetildiği kilise - toplum döneminden, artık tek tek ‘birey’lerin varoluşsal gerçekliğine inilmeye başlanmasıdır. Belki sosyoloji değil, ancak psikolojinin esaslı araştırmalarının köklerini bu dönemde bulabilirsiniz. Zira kilise Avrupa için dikteci bir ‘baba’ figürüydü ve evde oturacağınız kanepeye kadar eylemlerinizi belirlemeye kalkan bu baba figürünün, büyümekte olan ergen çocuğun mantık ve sanatla bezeli argümanlarına karşı koyamaz hale gelmesi, çocuğun bu asi tavrının bütün evin havasını değiştirmeye başlaması demektir (sözüm meclisten içeridir, tüm dini siyasi otoriteyi bu merkeze oturtmak mümkündür).

Dönemin hayat verdiği ilk etki, kendi özünde ikincil etkiyi doğuran bir aşamalılık taşır. Tam bu eşikte, Rönesans şöleninin göz kırptığı bu ‘normlardan kurtuluş’, bireyselleşen ve kendini başlı başına bir sistem olarak algılamaya başlayan sapiens sapiensin önünde uzanan sonsuz değişimin gerçek ve kalıcı başlangıcı olmuştur.



Yazının başında açımladığım “içgüdünün denetimden muhaflığı” ilkesi, Rönesans sonrasında ilk olarak Avrupa bireyinde, sonra ise bu uzun balodan bir etkilenmiş diğer tüm toplumların tek tek bireylerinde (ve büyük ölçekte toplumun kendisinde) bambaşka bir forma evriliyor. Son yüzyıllarda, giderek daha çok bireyselleşebilmiş modern insanı ele alırsanız onun sosyal ve kültürel gelişkinliği, defalarca dallanmış ve mezhepleşmiş inançları, tabuları, toplumsallığa veya toplumdışılığa eğilimleri, ritüelleri ve statü çılgınlığı sonucunda bu denli köklü içgüdülerini dahi nasıl yamultmuş olduğunu görebilirsiniz. İşte tarih içindeki kırılma anları, bugün rahatça (aynada bile) gözlemleyebileceğimiz en farklı formu karşımıza çıkarıyor: İlkelliğinden sıyrıldığını sanan ‘yeni insan’.







Benim Nefsim Kuvvetlidir - Nefis Yalanı

İnsanın felsefede aldığı yol, onu kendi dürtülerini de yeniden düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmiştir. Bugün bu yazıyı okuyan formatınızı düşünün. Benliğinizde onbinlerce yıl önceki ilkel dürtülerinizin makyajlanmış hallerini bulacaksınız. Bugün biyolojik gereksinimlerimize karşı beynimizde beliren sinyallere karşı tepkilerimiz, karanlık dönemlerdekilerden biraz farklıdır. Standart bir kent insanının, bir tek gününü ele alması yeterli olacaktır. Kurt gibi aç halde, bitmek bilmez bir toplantıdasınız ve patron ağzından salyalar saçarak konuşuyor. Açlık içinde geçen her yeni dakika sonunda beyniniz evrimsel olarak yok olma alarmları veriyor fakat çık(a)mıyorsunuz. Bu kararı birtakım nedenlerle destekleyerek kendinizi ikna ediyorsunuz. İşte, beslenme gibi son derece temel bir dürtüyü dizginlediniz. Aşık olduğunuzu hisseder ve soğukta / yağmurda kovulduğunuz bir kapıda saatlerce bekleyip eli boş döner ve günlerce hasta olursunuz (zamanında bir arkadaşımın başına geldi). Barınma içgüdünüze karşı koymuşsunuzdur. Bir rahipsinizdir ve evlenmeme yemini edebilirsiniz. Ya da itikatlı bir müslümansınızdır ve içiniz kavrulsa da evlilik dışı hiçbir birliktelik yaşamamaya gayret edersiniz. Çifleşme / Seks güdünüzle baş ediyorsunuzdur.



Görüldüğü gibi dürtülerin her biri için belirli manipülasyonlar, uzun süredir insan hayatında olan bir gerçekliktir. Aslında elde tek bir şey var. Gizli bir trajikomedi. Bulduğu her fırsatta, varlığıyla övüneduran bir canlının çığlıkları. Varlığının zamanın sarkacında her şeyden daha hızlı yitip gittiğini göremeyen bir hayvan. Halbuki zamanın kızgın ateşi, en çok onu eritiyor. Zaman, üzerinde söz sahibi olduğu bir şekle bürünebileceği istenciyle kavrulan bu hayvanın tutkularına kahkahalar atıyor. Bu hayvan, dayanıklı ve geçici olmayan bir yapıya sahip olmayı dilediği her an, hiç bilmediği kuyularda sıkışıyor, hep yeni afallamalara gark oluyor. İnsan, belki de en ‘istemediği’ yönde değişiyor. Avuçlarında, eşsiz ve dönüşü olmayan çaresiz bir evrilmeden başka hiçbir şey yok. O ise her konuda olduğu gibi değişimde de en farklı olmaktan gurur duyuyor ve daha fazla değişmiş olmayı talep ediyor. Endişelenmelerimiz yersiz, olduk da.

Geriye dönüp bakılırsa, gerçekten zaman hiçbir canlıyı bu kadar değiştirmemiştir; ne olduğuna kendisini yabancılaştıracak kadar. Bildiniz, gidip aynaya bakın.


fin

Zaman Üzerine - 1

Bir şeyi ‘yapmak’ ve bir şeyi ‘yıkmak’ arasında fark var mıdır? Bu iki sözcük tamamıyla zıt kutuplarda ele alınmış ve dinamik günlük dil kullanımında kendi kaderlerine terk edilmişlerdir. Oysa bu iki eski ahbap, ortak bir noktada buluşurlar: Değişim. Tam bu noktada, gözlemlenen ve seyri betimlenmek istenen bir oluşun geçirdiği değişimleri ortaya koyabilmek için kullanılan oldukça eski bir ölçüm sistematiğine (aslında belki de zihnimizin bize oynadığı bir oyuna) değineceğiz: Zaman.

Şunu çok açıkça belirtmeliyim ki bu yazının sonunda, okuyucunun zihninde birden fazla büyük soru, hatta oyuk oluşması amaçlanmıştır. Bu yüzden zamanı irdelemekteki temel gayem, oldukça geniş ve bir o kadar da işgalci kavramlara değinerek zamanı etraflıca ele almak ve onun en fazla ‘ne olabileceğini’ masaya yatırmaktır.

Zaman, evrimsel çizgide tarih öncesi dönemlerden bu yana tüm canlılar için yaşamın esaslarından biri olmuştur. İnsan ırkı da dahil olmak üzere ekosistemde hayvan ve bitki hücreli üyeler için acıkma-beslenme dönemleri, çiftleşme–üreme mevsimleri, gece ve gündüzü ayırt edebilme, yılın belirli dönemlerine göre birçok yaşam biçimi oluşturma, göçler, yaz ve kışa hazırlık (su kaynağı arama/besin depolama) gibi sayısız yönelim, zamana ve onu fark etmeye bağlı gerçekleşmiştir. Bugün yaşadığı çevrenin ve kendisinin en çok ‘farkında’ olan, en komplike ve en planlı davranışları sergileyebilen organizmanın insan olması, acaba onun yeryüzünde zaman ile en çok uğraşmış varlık olmasıyla ilintili olabilir mi?







Duran bir zaman bize neyi sunar?



İlk Çağda evren, çoğunlukla belirsiz ve anlamsız bir yığın iken kendisine şekil verilmiş bir tasarı (tam formuna erdirilmiş taslak) olarak düşünülmüştür. Platonun mutlak idealı tanrı dönemini de bu çemberde düşünebiliriz. Önceleri bir “The Creator” imajına sahip olmayan tanrı, Orta Çağda palazlanan Kilise doktriniyle artık yaratılan bir tözün mimarı olarak revize edilmiş ‘değişmez, mutlak yaratıcı’ sıfatlarına kavuşmuştur. Hemen birkaç soru daha doğacaktır: Ya tanrı? Tanrı değişir mi? Zaman, tanrı için işlemekte midir Tanrı zamanın dışındaysa zamana bağlı olan eylemleri nasıl gerçekleştirebilir? Eğer tanrı mutlak ve değişmez olan ise tanrı için zaman yoktur demek gerekmez mi? Varlık, değişim esasına dayanmaz mı? Kendisi için zamandan söz edemediğimiz bir kavram için ‘vardır’ denebilir mi? Varlığı ne ile sınanacaktır?

Değişim yoksa zamanın önemi var mıdır?
Bir tasarı, boyut ya da fenomen, nasıl ele alınırsa alınsın, zaman hiçbir dönemde basit ve alelade tasarlanabilmiş, sınırları çizilebilmiş bir fikir olmamıştır. Tıpkı sonsuzluk veya hiçlik ideleri gibi, zaman için sorulan sorular da daima son derece büyük sorular olmuştur. Erken 20. Yüzyıl fiziğinde, zamanın dördüncü boyut olarak ele alınıp alınamayacağı tartışılmaya başlanmıştır. Tarihsel seyrinde zaman algılarından bahsetmeden önce, materyal (somut) varlığın boyutlarından ilki olan noktaya değineceğiz.

Temel geometrinin bir uzunluğa, biçime veya ölçüye sahip olmayan birimi noktadır. Nokta, ayrıca sıfır boyutludur ve ölçümsel metrik sistemde herhangi bir aralığa veya değişkenliğe sahip değildir. Buradan, üç uzanıma sahip doğrunun oluşturacağı üç boyutlu nesnelerin tamamının orijinlerinin bu doğruları oluşturan noktalar olduğuna ulaşırız. Noktanın bu tersine döndürülemez temel ve öz yapısına karşın, doğada noktaların kombinasyonları ile oluşmuş iki ve üç boyutlu kurulumlardan söz edebilmekteyiz. Bu kombinasyonlar arasında üç boyuta sahip insan, varlığı dogmatik olmayan ve sürekli olarak değişen, kendi gibi üç boyutlu çevreleri doğrudan algılayabilen bir kurulumdur. Sınırlılıkları ise insanı dört boyutlu yapıları doğrudan algılamaktan daha çok onları tasarlamaya iter. İnsanın tüm zihinsel tasarıları, kültürünü üzerine kazıdığı dili ile kendini belli etmiştir. Bu kodlara bakacak olursak, yaşam süresi içerisinde insanın zamana ilişkin tasarlayabildiği en küçük ve durağan bileşen, dilde ‘an’ sözcüğüyle kendine yer bulur. Burada bu sözcüğe ilişkin esaslı bir problemden söz etmek mümkün. Doğum ve ölümümüzü bir süre olarak ele alırsak, insan bu en küçük bileşenlerden yani an-lardan meydana geliyor olmalıdır. Peki ‘an’ denen minimal birimi zamana dahil etmeli miyiz? Düşünen adamlar arasından ünlü bir tanesi bu soruya ‘hayır’ diyecektir: Aristoteles.

Zamanı, Aristoteles’in ekseninde yalnızca hareket ve değişim ile bağıntılı bir kavram olarak ele alırsak, Zaman Kavramı kitabında alıntılanan şu sözüne ulaşırız:

 “ …‘şimdiki an’ zamanın bir parçası değil, çünkü parçanın bir ölçüsü vardır, bütünün parçalardan kurulması gerekir, oysa zaman ‘şimdiki an’lardan bir araya gelmiş görünmüyor. Kaldı ki geçmiş ile geleceği ayırır gibi görünen ‘şimdiki an’ acaba hep bir ve aynı mı kalıyor, yoksa hep başka, hep değişir bir şey mi, bunu görmek kolay değil…”
Aristoteles


Aristoteles, şimdinin ve akışkan zamanın çatışıklığını bu sözlerle ortaya koymuştur. Felsefede algı ve anlamaya yönelik en yaygın aksiyom, bir şeyi ‘anlayan, idrak eden’ insan ve onunla idrak edilen arasındaki süje-obje ilişkisidir. Buna göre objeler algılanan şeylerdir ve ancak onları algılayacak olan süjeler yoluyla var olurlar. Bu yaklaşım birçok platformda “Görmediğim dağ orada değildir.” şeklinde basitleştirilmiştir. Platon, bu göreceli bilmenin karşısında durarak, her kavramın süjenin algıladığı objelerden öte ve üstün değişmez bir ideaya sahip olduğunu, kavramlara ilişkin ‘gerçek bilme’nin ancak ve ancak bu idealara ulaşmak ile mümkün olacağını öne sürmüştür. Tam bu aşamada, Kıymetli öğrencisi Aristoteles ile hocası Platon’un ayrıldıkları noktalardan biri, belki de zamandı. Çünkü değişmez ideaları merkeze alan, tam bu sebeple materyal olanın birer yanılsama ve illüzyon olduğunu öne süren hocası Platon’un aksine Aristoteles, gerçek olana duyu ve mantık çarklarıyla ulaşılabileceğinden söz eden ilk kişi olmuştu. Bu iki düşünürün savları, algılayışlarında ortaya çıkmıştı: Aristoteles’in mantık savları, birbiri ardına işlem ve çıkarımları gerektiren, tümdengelim ve tümevarım gibi akıl metodolojilerini şart koşan, hatta Aristo Kıyası gibi düşünce tarihinde oldukça önemli bir yere sahip tasarılar halinde sıralı ve planlı düşünme edimlerini kapsamaktaydı. Öte yandan sıralı ve planlı düşünme, Aristoteles’in düşlediği gerçeğe ulaşma yöntemlerinde zaman veya akış gibi kavramların varlığını kaçınılmaz kılıyordu.

Zaman, zaman-dışı bir durgunlukta düşünülebilir mi?
Sicim kuramında zaman, varlığın belirli bir ‘zaman aralığı’ kadar önce, belirli bir noktadaki hali ile onun şimdiki (ele alınan rastgele güncel bir noktadaki) hali arasındaki bir doğru olarak kabul edilir. Doğrunun iki ucunda yer alan post noktadan, doğrunun diğer ucundaki meta (son) noktaya uzanan bir akış ise zaman içerisindeki vakit olacaktır. Buna ‘süre’ de denebilir. Dilimizde periyot, müddet, devre, dönem, devir, çağ, aralık gibi sözcükler bulunur. Bunların nüansları için ise başlı başına bir yazı gerekiyor. Zaman algılarından sonra şimdi geleceğimiz nokta, zamanın işlevidir. Üç boyutlu olan insan, dördüncü boyut olarak kendine entegre halde bulunan zaman yoluyla üç boyutlu halinin seyrini ve değişimlerini fark edebilir. Dolayısıyla zamandan bir tür değişim betimleme aracı olarak da bahsedebiliriz.


Bu bilgiler ışığında, yazının teması olan yapmak ve yıkmak eylemlerini ele alacağız. Özünde nesnenin zamana bağlı hallerini sunan bu iki sözcük, bizlere sürekli olarak yeni hal bildirir. Yukarıda çizmiş olduğum formülde, son derece asgariye indirgenmiş bir düşünce tarzı bulunmaktadır. X noktasında, dikkatimizi verdiğimiz bir “şey” bulunur. X’in üzerinden kaşınılmaz olarak zaman geçecektir. Artık X’in konumu uzay-zaman içinde X+z (zaman)'dır. Buna göre zaman, sonsuz bir kesinlikle değiştiricidir. Ya yıkacaktır, ya da yapacaktır. Önce genellikle olumsuz nitelikler atfedilen yıkmak/yıkılmak eylemini ele alacağız.

Zamanın ana niteliği, bize kendimiz de dahil olmak üzer varlıkların durumları arasında kıyaslama yapabilme fırsatı verir. Bugünkü X ile dünkü X arasında özlüğe ilişkin değişimler, zaman yoluyla ifade edilir. Yandaki görsele dikkatli bakılırsa : Bir şeyin yıkılışı, onun sıfır boyutlu X noktasındaki halinin X + z haline geçişinden başka nedir? En nihayetinde, nesnenin varoluşuna eklenen tek şey zamandır. Bir cama bir taş fırlattığımız anda, camı kıran şey taş değildir. Onu kıran zamandır. Aslolan zaman değil de ‘an’ ise ne olacaktır? Bu noktada Zeno, Aristoteles’e yakın bir fikri, ondan çok önceleri ortaya atar. Hareket bir yanılsamadır. Ok paradoksunu, az önce cama attığımız taşa uyarlayalım. Eğer “an” denilen şey, belirli tekil noktalar ise, attığımız taşın hareket edecek zamanı yoktur. Bu sebeple durağan haldedir. Takip eden “an”ların hepsinde de aynı halde olacaktır. Öyleyse hareket imkansızdır. Birbiri ardına sıralı durağanlıkları çizgiselleştiren göz (beyin), bu en büyük yanılsamaya tutulmuştur. Burada, paradoks içinde paradoks oluşuyor: Camı, taşın durağan olan nihai hali (noktası) kırmıştır. Camın bütünlüğünün yıkılışı, onun herhangi bir noktadaki durağan bir “an”da, taşın herhangi bir noktadaki durağan bir “an”daki haliyle buluşması ile gerçekleşmiştir. Beynimiz ısınmaya başladığına göre, şimdi bu eylemi tersine düşünmenin sırası geldi.

Cama fırlattığımız taşın hareketini izliyoruz. Yaklaşık olarak iki saniye sonra camı tuzbuz edecek diyelim. Bu basit fiziksel etki-tepkiyi kayda almış olalım. Şimdi teknoloji üstü bir kamera yoluyla bu hareketi milyonlarca defa yavaşlattığımızı hayal edelim. Taşın ilerleyişi muazzam bir hız kaybına uğruyor. Yavaşlatmayı devamlı olarak arttırıyoruz. Cama yaklaştıkça hızı daha da azalıyor. Taş bir yerde öylesine yavaşlıyor ki hareketleri seçilemez olmaya başlıyor. Bir noktadan sonra gözümüz onu duran bir nesne olarak görüyor. Ancak biliyoruz ki hala “durdur” tuşuna basmadık ve taş hareket halinde. “Durdur”a basmadan, videoyu sonsuzluğa uzanan bir yolda yavaşlatmaya devam ediyoruz diyelim. Elbette taşın seyrini ayırt edebileceğimiz noktayı çoktan geçtik. Burada tek bir nokta önemlidir: Taş hala ilerleme halindedir, ve video sonsuza kadar yavaşlamaya devam edecektir. Bildiğimiz şey ise, mevcut evren mekanizması içinde, videomuz yirmi milyar yıl boyunca yavaşlamaya devam etse bile taş asla ama asla geri gitmeyeceğidir.

Zihinlerimizde yıkmak eyleminin tam karşısında yapmak eylemi bulunur. Yukarıdaki şemanın aynısını bu eylem için düşünmek mümkündür. Yapmak, yıkmak/yıkılmak eyleminden bir noktada farklıdır. Bunun sebebi, bir şeyin yıkılması için yapılmış olmasının (var halde ve mevcut bir oluşa sahip olmasının) gerekmesidir. Bir duvar düşünürsek, onun yapılışı da ancak ve ancak zamana bağımlıdır. Zorluk ise duvarın oluşum aşamasında ortaya çıkıyor. Duvar nedir? Üst üste dizilmiş tuğlalar mı? Yıkılanın, yapılmış (ve tamamlanmış) bir ‘duvar’ olduğuna nasıl karar veririz? X ve [X + z] arasındaki gerçek fark nedir? Duvar yıkılmış mıdır?

Aslında bu sorulara karşılık gelebilecek nitelikli savlar, “Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan Üzerine” adlı eserinde F. W. Nietzsche tarafından ortaya atılmıştır. Nietzsche bu esaslı problemlerin kökünde dilin yattığını vurgular. Bir şeyin yapılması veya yıkılmasının altında, adlar uzanır. Adlandırma, nesnenin varlığının dondurulmasıdır. Bir hamur, pişene kadar kek olamaz. Belirli işlemlerden geçer, masaya konur ve o “kek” sınıfına girmiştir. “Kek” yapılmış olur böylece. Peki ya unutulup fırında yanan hamur? Diğer bir deyişle fazla “kek” olmuş hamur? Dilin doğasında, kendisine bir ad vermediğimiz hiçbir şeyin varlığından söz edemediğimiz gerçeği uzanır. Duvar ve kek gibi, süreç-tamamlanış içeren tüm sözcük modellerinde zihinsel şemalar devreye girer. “Duvar” imgesi, bir insanın zihninde çoğunlukla iki tuğladan oluşmaz. Çünkü iki tuğladan oluşmuş bir bütüne herhangi bir ad vermemişizdir. ‘Duvar’dan söz edilirken, zihnimizde söz gelimi yirmi tuğlanın dikey bir şekilde tümleşik halde oluşturduğu bir yapı canlanır (fakat bu yapı yatay olursa bir duvar değildir). Ancak kırk metrelik tek parça halinde blok bir taşa da ‘duvar’ diyebiliriz. Can alıcı nokta ise nesnelerin (nesnelerin adlarının), henüz durağan olan kendi varoluşsal hallerinde dahi bir sorun niteliğinde olduklarıdır. Tıpkı bir ‘süre’nin ne zaman başlayıp bittiği onu sonsuz anlara böldüğümüzde bilinemiyorsa, insan zihninde de ‘duvar’, ‘kek’ sözcüklerin nitelediği gerçek nesnelerin tam olarak neyi kapsayıp kapsamadığı, bu sınırların nerede başlayıp bittikleri belirsizdir. Nesnelerin varoluşlarını etiketlediğimiz adlar, onları zamanla birlikte düşünmekten çok daha önce, daha kendi içlerinde birer açmaz halindedir. Bu, insanın her biri birer çıkmaz sokak olan adlar yoluyla, değişimlerden ibaret olduğunu iddia ettiği ve mütemadiyen genişleyen evreni zaman ve akış içerisinde niçin asla kavrayamayacağının kanıtıdır.

Son bir hamleyle yazının ortalarına geri döneceğiz. Biraz serüven tadında olmuş olsa da, artık sonuca yakınız.

Bir taşı alır ve yere dikeriz. Çoğumuza göre bu bir duvar değildir. Belki veya üç taş için durum aynıdır. Çok daha fazla taşı simetrik şekillerde üst üste koyar ve bir bütünlük veririz. O artık bitmiş(!) bir duvar gibidir. Fakat günün birinde gelir ve bir kat daha çıkabiliriz. İşte o, hala bir duvardır. Peki insan? Gerçek kendisi hangisidir? Tıpkı bir duvar gibi, başladığı ve bittiği, özünün denk geldiği o tekil an asla bilinemeyecekken, insanın bu kesinlik arayışı trajediktir. Bu sebeple Wittgenstein’a göre sorulmuş en büyük sorulardan biri “Ben neyim?” sorusudur. İnsan ki, ömrü (bilinçli bulunduğu varlığı) süresince sonsuz ‘an’lar tecrübe eden, bu kesik kesik bileşenlerden meydana gelir, işte bu insan, kalbinin sonsuza dek duracağı o son ‘an’a kadar tüm belirsizliklerini yanında taşımayı sürdüren bir noktalar yığınıdır. Bu tespitin bizleri sürüklediği içinden çıkılmaz varoluş sorunu, sözünü ettiğimiz sonsuz durağan noktaların hangisindeki “benlik”in gerçek “benlik” olarak ele alınacağıdır. İşte bonus paradoks: Her ‘an’ başka bir benlik demek ise, sonsuz benlikten söz etmemiz gerekecektir. Eğer aksini düşünür ve anların oluşturduğu tek bir “son benlik” konusunda ısrar edersek, bu kez “İnsan tek bir andan oluşur.” noktasına varırız. Oracıkta bir nokta oluveririz. Bu da bizi sonsuz bir sıkışmışlığa sokar. Hangi perspektifi benimsersek benimseyelim, insanın zaman felsefesi ile dil aracılığıyla boğuşması, onun varoluşunu tehlikeye atan boyutlara uzanmaktadır. Belki de bu yüzden binyıllardır süregelen doğu doktrinleri, hakikat olduğu iddia edilen değişmeze ulaşılacak yolda en son basamağın zaman olduğunu söylemişlerdir, kim bilir?

Yukarıda bahsettiğimiz neredeyse her şey, özünde büyük meselelerdir. Çünkü zamanın “akan bir şey”olarak kabulü, ona bir hareket biçmek demektir. Bizzat devinimleri algılamak ve ölçümlemek için kullanılan bir aracın hareket ettiğini tasarlamak, pamuk ipliğine bağlı aklımızın çökmesi için yeter de artar gibi görünüyor.

Son olarak, geniş çaplı bir karşılaştırma yapılmak istenirse zamanın sıralı oluşları betimleme aracı olarak ele alınmasını tavsiye eden Newton kanatlı görüşün karşısında onun bir hiçlik olduğunu ortaya atmış Kant okunabilir. Ancak hiçliği tartışmak hiçliği büyütür. Burada yüzlerce düşünürün yüzlerce fikrini paylaşmak mümkün tabi ama bunun yerine önerim, tam şimdi şu zamanda oturup kendi kendimize zamanı düşlemektir. Yanlış sorular yanlış yanıtlar doğurur aforizmasından hareketle, ‘zaman nedir’ sorusunu ‘zaman ne olabilir?’ olarak değiştirebilirsek, zamanı hep birlikte konuşmaya başlayabiliriz. Olur da bir gün kendimizi varoluşsal sorunların batağında bulursak, şunu anımsayabiliriz:

“İnsanın ölçüsü ya zamandır, ya da hiçbir şeydir. Bu sebeple, varlığını başı ve sonu bilinmeyen en büyük nehir olan zamanın yataklarında ve yine bizzat zamanın refakatinde arar. İnsan zamanı anlayamaz. Çünkü o, olsa olsa kısa bir ‘süre’dir.”

Son olarak, Küçük Prens'te de zaman üzerine çok değerli bir cümle vardır:

[It is the time you have wasted for your rose that makes your rose so important.] 

-Antoine de Saint-Exupéry

Zaman serisi 2. yazı >


fin.


Unutmayı Unutmak - 2 🧠

Unutma Paradoksu

    Unutmanın kendisi unutulduğunda, her şey hatırlanacaktır. Geriye hatırlanmayacak tek bir şey kalacaktır: "Unutmak". Unutmak hatırlanmadığı için her şey hatırlanamamış olacaktır. Kişi, sürekli olarak tek bir şeyi hatırlamak isteyecektir: Nasıl unuttuğunu. Ancak o aşamada esasen bir unutma içinde olacaktır. Tek bir şey dışında her şeyi hatırladığını sanan bu kişi, hatırlamaya çalıştığı şeyin unutmak olduğunu hatırlayınca, aslında "unutmak" eylemini unutmadığını fark edecektir. Çünkü "unutma"yı unutmuştur.


Hatırlamayı Hatırlamak

      Paradoksun bu diğer kanadının daha karanlık olduğunu söylemek gerekir. Elimizin içinde her şeyi bilen bir varlık olsun. Bu varlığın bir şeyleri hatırlaması söz konusu mudur? Neyi hatırlayacaktır? Her şeyi bilmek, hiçbir şeyi unutmamak anlamına mı gelir? Eğer öyleyse bir şeyi bilmek, onun hatırda olması demek olmalıdır. Hatırlamak bilinenin yüzeye çıkması ise, öğrenilmiş hatta edinilmiş olsa dahi hatırlandığı ana dek hiçbir şey bilinmiyordur denilebilir mi? Küçük bir girişten sonra kafalar karıştığına göre, bu kısmı biraz açalım.





      Neredeyse hiçbir insan, hayatının 91. gününün öğleden sonra saat 16:28’i gösteren noktasında dünyada tam olarak nerede bulunduğunu ve ne yaptığını dış bir destek olmaksızın hatırlayamayacaktır. Buna karşın “ilk yaşımızda hangi şehirde olduğumuz” gibi yüzeysel bir bilgiyi genellikle bir şekilde bilir ve anımsarız. Bu çok makro bir bilgi olmakla birlikte bilgide detaya inildikçe hatırlamanın güçleşmesi beyinde uzun süreli belleğin verileri depolama yöntemiyle ilişkilidir. Bilgiyi işlemleme kuramı kabullerine göre, beyinde yeni bilgiler daima eskileriyle etkileşime sokularak kaydedilir ve işleme alınır. Şöyle ki, bir dağ bisikletinin efor sürüşü tekniklerini öğrenebilmeniz için bisiklet kavramına dair temel pedal prensiplerini biliyor olmanız gereklidir. Bir dağ bisikletine bindiğiniz anda bu bilgiler belleğin ana basamaklarından olan işlemsel / işlevsel bellekten (working memory) seçilerek ön plana çıkacak ve aktive olacaktır. Bu aktivasyon, içlerinde elektrokimyasal veri iletimleri gerçekleşen nöronların kolonal halde işbirliğiyle çalışması ve çok alanlı bir etkileşimle olmaktadır (Beyinde yaklaşık olarak yüz milyar sinir hücresi bulunmakta ve her bir sinir hücresi ~15.000 başka sinir hücresine ağ formunda bağlı haldedir).



  Bisiklet sürmeyi biliyoruz. On yıldır bir kez dahi bisiklete binmemiş olalım. Ancak çocukluğumuzda çokça sürdük ve pratiğimiz var. Şimdi ise bir dağ bisikletine, hem de ilk kez olmak üzere bineceğiz. Hemen bisiklet dinamiğine ilişkin (elbette çocukluk bisikletimize ilişkin bilgiler) omuriliğimizde kayıtlı motor hareketleri yüzeye çıkaracaktır. Dağ bisikletine ilişkin tek bilgimiz, deneyimlediğimiz küçük bisiklet mekanizması ve ona ilişkin kurallardır. Ancak bu kuralları bile uzun zamandır kullanmamıştık. Peki o ana dek temel pedal prensiplerini “hatırlamıyorduk” diyebilir miyiz? Örneğin üç sene önce bir ağustos akşamı limonata içerken de bisiklet sürmeyi biliyor muyduk? Kritik nokta şu: Gün yüzüne çıkamadığı müddetçe bir bilginin değeri nedir? Körelerek tamamıyla yitirilen sayısız bilginin de varlığı dikkate alınırsa, hiç hatırlanmayacak olan bir şeyin bellekte varlığı ne ile tanımlanmalıdır? “İnsan hatıralardan ibarettir.” aforizmasına akla geliyor. Akla geliyor mu dedim?





      Başka bir örnek daha. Elli yıl boyunca oyuncaklarını bir kez dahi görmemiş ve yarım asır sonra odasını toplarken yatağın altındaki oyuncaklarını bulmuş birini düşünelim. Oyuncakları arasında da turuncu bir araba görmüş olsun. Bu kişi, hayatının geride kalan elli yılı boyunca bu arabayı görmemiş, üzerine tek bir şey düşünmemiş, arabayı ona anımsatacak hiçbir dil bağlamı içinde bulunmamış olsun. Şimdi o gün öyle bir şey oluyor ki, yatağının altından çıkardığı turuncu oyuncak arabası, onu tam elli yıl öncesine ışınlayan bir tüpe sokuyor adeta. O oyuncağı nasıl oynadığını, o yaşlarını ve diğer oyuncakları arasında onu ne kadar çok sevdiğini yoğun bir şekilde anımsayabilir. Elli yıldır üzeri bir defa bile açılmamış bir anılar demeti, yaşlı bir zihni tüm canlılığıyla kuşatabilir. İşte özünde beyinde tetiklenen bu şiddetli anı çağırma impulslarının (itkilerin) sebebi amigdaladır. Beynin her iki yarıküresinde bulunan, ismini bademden alan ve badem biçiminde fakat biraz daha büyükçe bir beyin bölgesi olan amigdala, tehlike, öfke, şiddet, coşku, korku gibi kuvvetli hormonal dönüşümlerin denetimini sağlayan ve duygudurum kayıtlarına ilişkin anılar dahi oluşturabilme potansiyeline sahiptir. 

    Özellikle ağır fiziksel veya psikolojik travmalarla birlikte kayıtlı olayları hatırlama eyleminin önemli bir bölümü amigdala aktivasyonları sayesinde gerçekleşmektedir. Şimdi bu kısa bilgilerden sonra sorumuza geri dönebiliriz. Bu yaşlı kişi oyuncağını bütünüyle unutmuş muydu? O yatağın altına bakmasa belki de turuncu arabası onun için asla var olmayacaktı. Çünkü bu tarz öznel anılar kolay kolay başkaları tarafından hatırlatılamazlar. Doğrudan zihne düşemeyeceği gibi, birinin ona “senin turuncu bir araban vardı” gibi bir tümceyi  yöneltmesi çok zor olacaktır. Yıllar içinde defalarca oyuncak arabalar görmek, hatta turuncu olanlarını görmek dahi bu anıyı ortaya çıkarmayabilir. İyi düşünün, hepimizde belleğimizin derin kuyularına çoktan gömülmüş olan sayısız nesne, kişi ve olay bulunduğunu fark edeceksinizdir. 


    Ontolojik tartışmaların önemli bir kısmının temelinde, algılanan obje veya kavram algılanmadıkça, o objenin süje için var olmadığı görüşü yatmaktadır. Buna göre bir şekilde bilgisine erişemediğim bir dağ, benim için hiç var olmamıştır. Hatırlanmayan şeyler hatırlanana kadar var olmazlar diyeceksek, yazının en başına dönmenin vakti geldi de geçiyor belki de: Tanrı-lar.






      Her türlü konuda her şeyi bilen, bildiğini bildiren, bilmediği hiçbir şey olmadığı ve hatta ‘bilmek’ eyleminin başlangıcını dahi bildiğini iddia eden tanrılarımız. Basit bir çıkarım sonucunda bu her şeyi bilen tanrının, varoluş kavramı öncesini dahi bilmek zorunda olduğu, varoluşun geleceği ve dahası biteceği noktayı da bilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu kadar devasa bilişler içinde süzülen bu tanrı yığını için sorgulamaya değer bir şey var. Tanrı bir şeyi hatırlayabilir mi? Hatırlamak unutmuş olmayı şart koşan bir eylemse, tanrı bir şeyi hatırlamak için önce onu unutmak zorundadır. Tanrının unutacağı bir nesne, kavram veya olay nereye gidecektir? İşte bu soruların içinde düğümlenen an: Hiçbir şeyi unutmuyor olmak, hiçbir şeyi bilmiyor olmaktır. Bilinen, doğası gereği unutulmak (en azından detaylarını kaybetmek) zorundadır. Bu konuda genellikle tanrısal mertebedeki bilme ve bilişin, insanın pozitivist mekanik bilişi üzerinden açıklanamayacağı ; tanrının bilime, biyolojiye veya nörolojiye sığmayacağı söylenegelir. Ama ne hikmetse tüm mucizeler bir hatırlatma-dır. Tanrı sürekli olarak insanlara insan anatomisi çerçevesinde hatırlatılır ve bu, materyalist evrene bağımlı bir hatırlatmadır. 

Savunulan şey bu denli kutsal, bu denli olağanüstü ve materyal ötesi olarak betimlenirken onunla bağ kurma yollarının (fiziksel eylemlerin sevap-günahlara denk gelmesi, fiziksel eylemlerle yapılan ibadetler, fiziksel bir enerji olan ses ile dua etme, kalp gözü veya erme sanılan ancak aslında beyin zarında düşünce itkileri ve impulslardan ibaret olan ‘kendini tanrıya adama’ vb.) tamamı gayet de materyalist dünyayı açıklayan, ancak bu düzlemin inceleme aracı olan gerçekliklerdir. Varoluşumuz gereği veya değil, kaçınılmaz veya tercihen; eğer kutsal olan materyal yöntemle açıklanıyorsa o bir materyaldir. Kutsal olan her şekilde materyaldir çünkü bizzat dil, ve onu oluşturan ses fiziksel bir olgudur. Moleküller havada salınır ve titreşirler. Tanrı, özünde sesle övülür. Tanrının hatırlanarak yad edilmesi, zikredilmesi, bu seslerden beyindeki eylem tasarılarına kadar ezelden beri materyal olmuştur. İşte tanrı fikri. İnsanın fizikötesinde olduğunu iddia ettiği şeyi fizikle açıklama gayretinin bitmek bilmez çilesi. İman eden bir kimse, kutsal olan ile kurduğu her ilişkide bu işlemlerin hammaddelerini aklına getirebilirse en azından fizik tanrısını memnun edebilecektir. Bu arada yine aklına getirmek mı dedik?



    Öyle ki sapiens sapiens, kendisini tanrının yatağı altında unuttuğu fakat bu kez sonsuza dek bulamayacağı turuncu oyuncak arabası olarak düşlediği anda gerçek tanrıyı hatırlayabilecektir.

İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides