20 Temmuz 2020 Pazartesi

Teolojik Dilde Saklanan Retorik




Bir tiyatro çıkışı sırasında, Portekiz Yahudi Cemaati üyesi tarafından bıçaklanan Spinoza, (bu olaya rağmen) bir unvan kazandı. Macellan tipi Beagle gemisi ile toplamda beş yıla yaklaşan seyahatleri sonucunda bağlı evrimsel değişimleri fosil almanakları ile bilimsel tabana oturtan Darwin, anakaraya döndüğünde mükemmel tasarımcılar tarafından bir unvan kazandı. John Locke, yeni doğmuş zihnin doğru-yanlış yönergeleriyle dolu olamayacağını kiliseye haykırdığında bir unvan kazandı. "Çâr, penc ü şeş sırlar menem" gibi muhteşem, aşkın bir farkındalığa hayat vermiş olan, Ene'l Hakk'ı din bezirganlarının suratlarına çarpınca derisi yüzülen İmadeddin bir unvan kazandı. 


Bu unvan ki özellikle köktendincilerin severek kullandıkları, tehlikeli gördükleri her düşünceyi yaftaladıkları, insanlık tarihinde en çok ölüme neden olmuş şeydir : Kâfir.


Semavî dinlerin kutsal kitaplarında, din ya da ilgili tanrıya bağlı olmayan her insan için kefere (كفر) = ört- / karart- masdarı üzerine > kâfir (كافر) "örten, gizleyen" anlamında bu sözcüğe rastlanır. Ben hiçbir zaman sure-ayet tartışmasına girmedim. Bu örnekleri vermeyi yıllar önce bıraktım. Zira çok daha geniş altyapısı olan, insan aklı ve mantığının düzeneklerine yakışan savları tercih etmek her zaman daha verimli tartışmaları doğurur. Öyle de oldu. Ancak ilgilileri için Kuran'daki tüm örnekleri* yazının sonuna ekleyeceğim. Bu yazıda merceğe alacağım şey sözcüklerde gizli. Teolojinin ardı arkası kesilmeyen suçlamalarını dilbilgisel açıdan ele alacağız. Bu yazı, şimdiye dek ayet ya da doğrudan kutsal metin örnekleri verdiğim ilk yazı olabilir. Büyük olasılıkla direkt olarak kutsal metinler üzerinden argüman üreten ilk yazım da olabilir. İlkler heyecanlıdır. Heyecanlı olacak mı, göreceğiz.


Bugüne kadar karşılaştığım tüm ilahi sistemler, doğal olarak kendi inanç sistemleri içinde insanları birer mürid olarak kendi yollarına davet eden nitelikteydi. İnsanların kendisine gelmediği, kendisini tercih etmediği, kendisine tapınmadığı, kendisini umursamadığı tanrının bu cihanda işi nedir? Öyle vasıfsız kutsalı kim ne yapsın? Tribünlerinde 10-15 taraftar bağıran amatör küme takımlarından farkı kalır mı böyle kuvvetli tanrıların? Bu ilahların tümü, tam da bu motivasyon ve erek ışığında,insanlığı dizinin dibine davet ederlerken, aynısını bizzat siyasette gözlemlediğimiz "ötekiler" tutumunu da takınmayı unutmuyorlar. 


İşte bu "ötekiler" söylemi, öylesine merhem oluyor ki ilahi propagandaya, öylesine harlıyor ki müridlerin ateşini, öylesine sıcak ve akışkan tutuyor ki öfkeyle akmaya elverişli "inançlı insan" kanını. Pekala, her zamanki gibi soralım :  Ötekiler tam olarak kimlerdir? Nasıl bir düzlemi var bu söylemlerin? Kulları ayrıştırmak için hangi yöntemler izlenmiş olabilir? 


Elbette sözcükleri birleştirip içlerinden merak dolu o ilk cümleleri çıkarmış ve tarihe kazımayı başarmış olan, ilk kez başıboş ifadeleri birer bilgi-sevici çizgiye yerleştirmiş olan Thales'in yaptığı gibi : dil yoluyla. Tanrı sözünü aktardığını ve kutsal kitaplarda (genellikle) değişmeden bugüne ulaşabildiklerini iddia eden dini metinlerin yaptığı da tam olarak budur. Ötekileştirmeyi dile gizlenmiş bir biçimde yapmak. 

İnancı olmayan insan için neler dendiğini bilir misiniz? Bize en yakın kutsal kitaptan biraz örneklendireyim. Bu yazıyı okuyan her birey, üşenmesin ve alttaki örnekleri tek tek kontrol etsin. Bir tek yanlış bulana, evine en yakın yerdeki en kaliteli tatlıcıdan benden 1 kilo baklava.


YALANCI - En'am 28, Tevbe 107, Nahl 39; 105, Mü'minun 90, Şu'arâ 222, Zariyat 11, Mücadele 18

AKILSIZ - Bakara 13, Maide 58 

AZGIN - Bakara 15, A'raf 186, Yunus 11, Mülk 21, Kalem 31, Mutaffifin 12

SAPIK - Fatiha 7, Bakara 16, Al-i İmran 90, Nisa 116, A'raf 146, İbrahim 3, Nahl 36, Hac 12, Neml 81, Şu'arâ 97, Sebe' 8, Zümer 22, Fussilet 52, Şura 18, Zuhruf, 40, Ahkâf 32, Kâf 27
 
CEHENNEM ODUNU - Enbiya 98, Cin 15

HAYVAN  - Bakara 171, Araf 179, Furkan 44, Muhammed 12, Müddesir 51, Maide 60, Meryem 86

[Hemen üstteki örneklerin tamamına yakınını, bu güzel derlemeyi yapmış olan ve yazımdaki örneklemimi kolaylaştırmamı sağlayan sonsuz.us sitesinden aldım. Kendilerine emekleri için buradan teşekkür ederim.]

ve ek olarak bunların yanında, hadis ve yan ayetler yoluyla : 

KÖR. 
SAĞIR.
DİLSİZ.
KALPLERİ MÜHÜRLÜ.
EKSİK.
ALGISI BOZUK.
KOLAYA KAÇAN.  (En gülünç olanı da budur herhalde)

gibi benzetmeler, belki ibadetlerden daha sık biçimde yapılmaktadır. Tanrılarımıza teşekkür ediyor ve uğurluyoruz. Çok incesiniz efem. 

Şimdi, mekanın sahibi benim arkadaşlar dedikten sonra, tanrımız bizlere canı istediği gibi ulu orta hakaret etti mi, etti. Ancak bu bir sonuç değil nedendir. Bu neden, insanlar arasında sonuçlar doğurmuştur. Bu bölümden sonra, toplumda yaşayan ifadelere dikkat çekeceğim. Doğrudan dilde bulunan ve ne acıdır ki üzerinde kimsenin düşünmediği ifadelere ışık tutmak istiyorum. Türkçe için konuşursak, bir giriş yapalım : herhangi bir inanç taşımayan kişiye ne denir? 

ateist, inançsız, dinsiz, allahsız, imansız, kitapsız vb.

Şimdi tekrar okuyacağız.

a(anti)-teist
inanç-sız
din-siz
allah-sız
iman-sız

Latince ve Orta Çağ'da ondan beslenen İngilizcedeki eşdeğer sözcük de bu durumdan payını almıştır. Tüm Hristiyan camiası ve İngilizce İncil kopyalarını düşünürsek, dünyanın tamamına yakını bu sözcüğü işitmiş olmalı.

"in-fidel" sözcüğüne bir göz atmak gerekirse : 
infidel < in [prefix]+ fidelis (faithful) = sadakatsiz, imanı olmayan.


Bu ifadeler, bizlere bir şeyi işaret eder. Gözümüzün önünde duran ancak hiçbir zaman üzerinde durulmamış bir şeyi. Tanrısal ötekileştirmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak, inancı olan insan, inancı olmayan insana durmaksızın "eksik" gözüyle bakıyor. Bunda hiçbir sorun görmeyerek bunu diline yansıtıyor. "Allahsız" sözcüğü Türkçede çoğu zaman hakaret olarak kullanılıyor. "Kitapsız" sözcüğü, vicdansızca suç işlemiş kişiler için kullanılıyor. Bir insan, kendisine ağır bir kazık atmış kişiye "Allahsız, kitapsız!"  diyor hiç düşünmeden. Haber metinleri, ülkemize özgü mevcut zeitgeist nedeniyle tüm bu kullanımları destekliyor. Oysa ne büyük trajikomedidir ki insanlık tarihinde kazıkların en yağsızları, en büyükleri her zaman en 'inançlılar' tarafından sunulmuştur kitlelere. 


Peki, bu ifadeler ile çocuk yaşta karşılaşan bir zihin, neyi benimseyecektir? Tam olarak "Dini bir inanç taşımamanın default olarak eksik olma, bulunması gereken şeye sahip olmama, tamamlanmamış olma anlamına geldiğini" benimseyecektir. Bu akıl dışı, saçma sapan ilişkilendirme yüzünden tarihselliği olan büyük dinleri benimsemiş her toplumda, inancı olmayan insanlar 'eksik' görülüp garipsenirken inancı olanlar norm-alleştirilir. Hala çoğu insan, "Nee! Nasıl yani? İnanç-SIZ mısın!?" gibi tepkiler verir. Ben hayatım boyunca, dünya dışı formların koloniler halinde gezegenimizi işgale geldiklerinde vermeyecekleri tepkileri, yalnızca "ateistim" dediğim için bana yansıtan onlarca insan suratına şahit oldum. 




İnanmayan insan, -sız, -siz, -suz, -süz değildir. Mahrum değildir. Bir dini-ilahi inanç taşımayan insan ötekileşmiş, farklılaşmış, özünü yitirmiş değildir. Eksik değildir. Kör değildir. Bilakis asıl değişen, üzerinde kılıf olan, inanan insandır.  İnanan insan inançLIdır. AllahLI, kitapLI, din, imanLI'dır. Sakın fazlalığı olan, şişmiş olan, bu yüzden de ötekilere "eksik, az" diyen, inançlı insanın kendi kibiri olmasın?

Çünkü inançLI insanların sandığı ve daha da kötüsü koşulsuz sorgusuz ikna olduklarının aksine,  hiçbir insanın beynine tıkılmış biçimde inançlarla dünyaya geldiği görülmemiştir 


- fin. Kafirler sizi gidi sizi!









__________

*Yukarıda bahsettiğim ve inançsızlar hakkında Kuran'daki sözcük envanteri literatürlerinden yazı sonuna eklediğim kutsal metin örnekleri : 

Bakara : 19, 24, 34, 89, 90, 98, 104, 105, 161, 191, 217, 250, 254, 264, 276, 286
Al-i İmran :  13, 28, 32, 91, 131, 147, 
Nisa :  37, 101, 102, 139, 140, 141, 144, 151, 161
Maide : 44, 54, 57, 67, 68, 102
En'am : 28, 122, 
Araf : 37
Enfal : 15, 18, 19, 65
Tevbe : 32, 37, 40, 68, 69, 73, 120, 125, 
Yunus : 86
Hud : 42, 48
Yusuf : 87
Nahl : 27
İsra : 8
Kehf : 102
Meryem : 83
Furkan : 52, 55
Kasas : 86
Rum : 14, 45
Ahzab : 1, 8, 48, 64
Fatır : 39
Yasin : 70
Saffat : 21, 63 
Sad : 4, 74
Zümer : 3, 32 ,59, 71
Mümin : 6, 14, 25, 50, 74, 85
Fussilet : 50
Şura : 26
Zuhruf : 24, 30
Muhammed : 11
Fetih : 13, 29
Kaf : 2
Kamer : 8, 10 ,43 
Hadid : 20
Mücadele : 4, 5 
Mümtehine : 10, 13
Saff : 8
Tegabün : 2
Tahrim : 9
Mülk : 20, 28
Hakka : 50
Mearic : 2
Nuh : 26, 27
Müddesir : 9, 10, 31
İnsan : 4 
Nebe' : 40
Abese : 42
Mutaffifin : 34, 36
Tarık : 17   
ve daha niceleri.






16 Temmuz 2020 Perşembe

Evrenin Niyeti

'Evrende neden kötülük vardır?'
'Evrendeki kötülüklerin kaynağı nedir?'

Bu soruları soran zihin, kendisine asıl soru olan "kötülük nedir" ve "kötülük mümkün müdür" sorularını sormadığı için, olduğu yerde yıllarca sayan, kendi kendini hasta eden bir düşünce taşır. Yine de ben,k ötülük ve iyiliğin kaynağı üzerine çok farklı insanlarla girdiğim tartışmalarda, bir ikna metodu olarak bu gibi argümanlarla fanatik tutumlara girmeyi gerekli görmüyorum. Bir insan iyilik ve kötülüğün ontolojisi üzerine ikna edilebilir mi? 

zihninde iyilik ve kötülük kavramları bulunan ve hatta bunları etik çizgisinde tanrının buyruk ve yasakları arasında varsayan bir insanın düşüncelerini değiştirebilir miyiz? İşte tüm bu tıkanıklıkta, iyi-kötü argümanını yıkmakla uğraşmak yerine, evrende gerçekten bir tür kötülükler silsilesi bulunduğunu ön-kabul ederek önerme geliştireceğim. Bunu, yalnızca kendi kendisinin nedeni olan evren adlı fenomene işaret edebilmek adına yapacağım.

Söylediğim gibi, evrende kötülük denen şeyin olduğunu kabul ettik diyelim. Her şey çözüldü aslında. Yanıtı ıskalamak imkansız : Evrendeki kötülüklerin nedeni, evrendir.

Felsefede bir soruna getirilen her açıklama, ilgili sorunu sadeleştirmeli ve hafifletmelidir. Aksi halde açıklama kılıfındaki her söz, politika dolu ad hominemlerden ibaret olacaktır. (bkz: occam'ın usturası).
Evrendeki kötülüklerin nedenini evrene dayandıran sözlerim, açıklamayı totolojik biçimde sunmuşum hissi verebilir. Ancak totoloji bazen çok keskin bir kılıca dönüşebilir.

Evrendeki kötülük nedenine ilişkin sorun, aristoteles'in 4 nedenselliğini kapsayan bir konudur. 4 Neden için artık kalıplaşmış, çok temel ve yüzeysel bir açıklama bulunur : 


Maddi Neden : Bir şeyin hangi maddeden kaynaklı oluştuğunu gösteren nedene, maddi neden denir. Örneğin bir mezar taşının meydana gelmesi için hiç kuşkusuz bir maddeye, örneğin mermere ihtiyaç duyulacaktır. Mezar taşı, mermerden üretilecektir. Böylece mermer, mezar taşının maddi nedeni (causa materialis) olacaktır.

Formal / Biçimsel Neden : Bir şeyin biçimsel nedenine, formal neden denir. Yukarıda bahsettiğimiz mermerin mezar taşı biçimini alabilmesi için, mermerde bir “mezar taşı olma” potansiyelinin bulunması ve mermerin mezar taşı formunu, biçimini kazanması gerekir. Böylece mezar taşı formu, mezar taşının meydana gelmesi için ikinci şart olacaktır. Böylece mezar taşı formu, mezar taşının biçimsel nedeni (causa formalis) olacaktır.

Etken Neden : Maddenin biçim kazanmasını sağlayan nedene, etkin neden, etken neden ya da fail neden denir. Örneğin mermerin mezar taşı formuna gelmesi mermerde kendiliğinden gerçekleşmez. Mermeri yontup onu mezar taşı formuna sokacak bir kişi, bir yontucu, zanaatkar ya da taş ustası gerekecektir. İşte mermeri yontan taş ustası da mezar taşının etken ya da etkin nedeni (causa efficiens) olacaktır.

Ereksel Neden : Bir maddenin biçim kazanmasında, son olarak bir de amaç bulunmalıdır ve işte bu amacı gösteren nedene de ereksel neden adı verilir. Taş ustası, mermeri bir forma sokmaya çalışırken zihnindeki amaç, mermeri bir mezar taşı biçimine getirmektir. Bu amaçta, taş, bir mezarlıkta ölünün başucuna dikilecek, onunla ilgili bazı temel bilgileri kitabe gibi taşıyacaktır. Böylece dördüncü neden yani amaç ya da erek neden (causa finalis) de belirlenmiş olacaktır.
 

                                      D. Palmer'ın Nedensellik İllüstrasyonu (Türkçeleştirip sadeleştirerek ekledim)

Aristoteles her zaman, kendinden önceki dönemlerde ortalığı kasıp kavuran aşırı kutup idealist filozoflara "hele bir durun gardaş" diyen düşünür olarak bilindi (Kendisi Sivaslı değildir). Onun bu nedensellik enstrümanı, bir olayın kavranması için ilgili dört nedenin bilinmesinin en iyi yöntem olduğu üzerine inşa edilmiştir. 

Çıtır gevrek 2 ön-soruyu bu noktada ekleyecek ve sonrasında aşağıda tartışacağım : 

1-Soyut ve somut her türlü nesneye uygulayabilir miyiz?  
2-Evreni 4 neden düzleminde biraz olsun sorgulamak olası mıdır? 

Evrendeki kötülükten biraz olsun söz edebilmek için, evrenin nedensel yönünü [causative aspect] tepeden tırnağa didiklemek zorundayız. Şu an önümde duran, dumanı aheste aheste tavana salınan kahve bardağını bile böylesi ütopik şahanelikte bir çözümlemeye sokamayacakken, evreni masaya yatırmak dünyanın en kısa fıkrası olacaktır. Kahvenin dahi nedenselliğini, elbette ki tatmin edici nitelikte bir nedenselliğini kuramıyorum. Ne var ki merakım yüzünden bu yazıda düşünsel oklarımı evrene çevireceğim.


Aristoteles'in yukarıda özetlenmiş olan önerisi, her nesne gibi evren'in de bir materyal olarak ele alınabileceğini ve algılanabileceğini / bilinebileceği yanılgısına ittiriyor bizi sırtımızdan. Bu büyük bir iddia olur. 


Çok kapsamlı izahları mümkün kılan ilk üç nedene hiç itirazım yoktur. Hatta doğrudan nedensellik için bir yazı hazırlayacağım. Ancak... Konuşmamız gereken bir şey var.

En amatör filozofun bile ilk olarak gözüne çarpacak şey, nedensellik denkleminde evrendeki "ereksel neden"e ilişkin problem olacaktır. Zira evreni bir amaç üzerine oturtamıyoruz. Beynimizdeki tatmin sandalyelerine oturmuyor hiçbir düşünce. Hepsi ayakta kalıyor. Problemimiz şu :  evrene bir gaye yükleyemiyoruz. Evren adına konuşan kişiler, ona ilahi bir niyet atarlar. Kutsal bir üniforma giydirme işlemidir bu. Evren ve onun canlı döngüsü doğa. Doğa, evrenin teknik işleyişinin adıdır. Ereksel nedendeki sorunlar için ben, öncelikle doğada bulunan rüzgarın ereksel nedenini tartışacağım.

Rüzgar denen olgunun ereksel nedenini saptarken, zihin kritik kısa devreler yaşıyor. Doğa olaylarının seyrinde küçük bir bileşen olan rüzgara, bir niyet dayatmaya kalktığımda yaşıyorum bu kısa devreleri. Yukarıda 4 neden örneğinde şunu söylemiştik : mezar taşı yontulacak ve ölünün başına dikilecekti. Peki rüzgarı bize üfleyen evren, bunu tam olarak ne için yapıyor olabilir?




İlkel toplumlar, hatta sosyolog okurlarımızı memnun etmek için topluluk ya da grup diyebiliriz, doğa olaylarını büyük bir şaşkınlıkla gözlemlerdi. Kavram haritası oluşmaya başlayan ve soyut düşünmeyi becerebilen daha yakın dönem sapiensler için doğa yalnızca bir gözlem tahtası olmaktan çıktı. Bu, tam da yukarıda süslü sözcüklerle bahsettiğim gibi, doğaya da kendisininki gibi bir bilinç atamaya yöneltti eski insanları. Yıldırımlar ve patlayan volkanlar öfkeden çılgına dönmüş bir bilinçli doğa iken yağmur bahşederek toprağı bereketlendiren, kirleri yıkayan, ormanı yeşerten ve nehirleri yükselten doğa da merhametini gösteren bilinçli doğa oldu. Bu, içerisinde adeta düşünen karıncalar gibi gezdiği koskoca yapıda yalnız başına kalakalmış olmak düşüncesinin tetiklediği insani bir bilinçlendirmeydi. Ne tuhaftır, önce evrimleşerek bilinçlenmek, sonra etrafını ve doğayı (sahte ve kaynağını yalnızca kendisinden alan, yine doğa tarafından yontulmuş materyalist bir bilinçle) bilinçlendirmek.



İşte kendi duygularını keşfeden insan, doğadaki neden-sonuçları bir amaca yormaya böylece girişmiş oldu. Bugün hala bu insanların devamını görebilmek mümkün. 2020 yılında depremleri penis ve vajinanın kavuşmasından başka bir şey olmayan ancak kendi düşüncesiyle "zina" adını verdiği şeye yorabilen, selleri, tsunami ya da çığ gibi felaketleri inançsızlıkla açıklayabilen hayret-i mucip insanlar. Bu düşünce tarzına her zaman iğrenmeyle karışık, dumura dayalı bir hayranlık duymuşumdur. Adından da anlaşılacağı üzere çok özel bir his.


Doğa olaylarının öylesine vücut bulamayacağı, her zaman bir niyetli eylem bulunduğunu düşünen kişiler için sonsuza dek kişileşmiştir evren artık. Ancak burada bir çelişki yatıyor. Bu kimseler, ne kadar komiktir ki genellikle evreni kusursuz, mükemmel gören kimselerdir. Bu genelleme sahiden tutarlıdır. Öfke gösterebilen, şefkat gösterebilen, adeta bir insan gibi olaylara böyle duygusal tepkiler veren, rastgele penislerin rastgele vajinalara girmesi (ya da eşcinsel ilişki) nedeniyle sinirden küplere binerek ilgili bölgede irili ufaklı ne kadar canlı varsa silip süpüren ve "ona göree haaa" diyebilen bir doğayı mümkün görüyor bu düşünce. Böylesine kurgulara çizgi romanlarda bile  rastlayamıyoruz artık.

Bilim ile felsefenin farkını tartışmayı seven, hayatını buna adayan kişiler olduğunu biliyorum. Bilim ile felsefe üzerine bir yazı eklemeyi düşünüyorum ancak doğayı evrensellikten kopmuş bir bilim (güneş 1 mm oynarsa dünya kül olur vb.) ve evrensellikten kopmuş bir felsefe (varoluş ve canlılığın merkezini insan kabul eden görüş, eşref-i mahlukat izahı, hayatı tanrının eseri kabul etmek vb.) ile yorumlayan kimseler nedeniyle bu niyetli evren (böyle yazınca da oruçlu gibi oldu) safsatasını kaleme almak gerekiyordu.


Yukarıda temel örnekler vererek sözünü ettiğim şey, doğaya iftira gibi yapıştırılan bu yamuk bilinçtir. Ereksel neden, insan ve ona bağlı ya da onun ürettiği nesneler için geçerli olabiliyor; ancak üst yapılar (doğa-tanrı-evren-manevi alemler vb.) için sekteye uğruyor. Elbette ereksel bir nedenden söz ettiği için Aristoteles'e idealist demek gülünç olur. Ancak ereksel nedeni, doğaya niyet biçen insanlara karşı argümanlarıma uyarladığımda ne yazık ki durum beni buna götürüyor. "Erek" sözcüğü evrene atfetildiğinde, görüldüğü üzere sorunlar içinde kalıyoruz. Öünkü ona yamanan karakteristik nitelikler, insanınkilerden öte bir şey değil. Bir şeye bakıp onu kendin ile açıklamak felsefe ise gerçekten bu satırların hiçbir önemi yok demektir. Anlaşılamayan her şeyi, bir süje olarak kendisi üzerinden açıklamaya kalkışan felsefaciacıların ereksel nedenlerle donatılmış dünyalarına dil uzatmayacaksam, benim zihnimin hiçbir önemi yok demektir.

İşte böyle, cansız olanların en büyüğünü de kendinden yola çıktığı, hezeyanlar ve duygu seliyle bezeli algısını kullanarak bilinçli kılmaya kalkışınca, "Evreka!" sanrılarıyla parıldıyor idealist kişinin gözleri. "Tamam!" diyor. "Buldum!" Rüzgarın oluşumunda bir "amaç" ya da "niyet" aramaya girişiyor. Bu kişilik ve niyet kazandırma çabasını önce taşa, toprağa, suya, dünyaya, galaksiye ve en nihayetinde kainata yayıyor. Bir anda her şey "o" oluveriyor. Niyetçinin ta kendisi. Baktığı her yerde yalnızca ve yalnızca kendisini var ediyor niyetçi. Sonrasında kendi fikirlerinin narkozuyla, idealizmin kandırmaca dolu renkli ancak bol dogmalı koridorlarında kaybolmaya bırakıyor kendisini. Nihayetinde şu cüretkar cümleyle çıkıveriyor o koridorlardan : "Hayatın bir amacı var!"  "Varlığımız bir sınav!"  "Her şey bir test!"  "Hayat bizi imtihan ediyor!"   


Hayatın amacından önce, doğanın amacı sorgulanmalıdır. Doğayı ne kadar anlayabildik ki hayat denen akışa sıvadık düşüncemizin kollarını? Zaten tüm bu iyi-kötü dualizmi, doğaya ve hayata karşı bitmek bilmez don biçme girişimleri yüzünden peydah oluyor. Haydi, şimdi hep birlikte 2004 yılındaki Endonezya tsunamisinin ikinci saatinde, küçücük bir bebeğin üzerine elektrik direğini savurarak annesinin gözleri önünde onun paramparça olmasına birinci elden 'neden' olan rüzgarı bu amaca sığdıralım. Bu rüzgarın kesin bir amacı vardır. Hatta saatte 450 mil (yaklaşık 800 km) hızla hareket eden katil su kütlelerinin de ereksel nedenleri vardır. Penis, anüs ve vajinayla falan ilgiliydi sanırım.

İşte 4 neden zincirinde erek sözcüğü, niyetçinin sevdiği çarkları döndürüyor. Bana kalırsa bu çarklara çomak sokmak gerekir. Evet evrene çok güzel, şirince determinist izahlar getirebiliriz. Evet ucuz bir kaderci olabiliriz. Hatta daha ileri gidebilir ve doğanın yaptıklarını iyi-kötü olarak değerlendirme cüretini de gösterebiliriz. Ancak bu teşebbüslerin sonraki aşaması, evrene amaç yüklemek. Saniyesinde tanrı fikrinin soyut ve somut her türlü benliği sarması, hayatı tanrıya uhu ile yapıştırmak ve algıya asma kilit vurmak. Sonra ver elini cennet ve meyveler. Ne kadar güzel memleket.

Retorik hicvime artık ara veriyorum. 

Aristoteles, bilme eyleminin kökünde 'nedeniyle bilmek' olduğunu söylüyordu. Buna göre doğayı anlamak isteyen insanın, doğadaki tüm olgulara "neden" sorusuyla yaklaşması gerekir. İnsan, bir şeye ilişkin bilgiye sahip olduğunu, yalnızca onun 'nedenini' kavradığında düşünmeye başlar. Bu noktada, kötülük kavramına tekrar döneceğiz. Kötülüğün nedenini / kaynağını sorgulayacak olan insan için bilmeceli bir labirent başlıyor. Çünkü kişi, kötülüklerin temeline inmek için "neden kötülük var" diye sormak zorundadır. Bu, gece ve gündüz kadar açıktır. Ağrı ve acıları çözen eski şifacılar, ilk olarak ağrı ve acıların nedenlerini bulmuşlardır. Orta Çağ'da savaşçılara zırh yapan demirciler, ok ve mızrakla ölen askerlerin ölüm nedenlerini ve vücuttaki hayati noktaları bulmuşlardır. Kuzey Atlantik ya da Hint Okyanusu'nu geçen denizciler, yelkeni ittiren gücün nedenlerini bulmuşlardır. 

Dolayısıyla kötülüğü araştıran bu kişi, elini çok ağır bir taşın altına koyacak demektir. Zihinsel olarak elbette. Zihinsel eli, bu ağır zihinsel taşın altında zihinsel olarak ezilecektir. Bu kendi içinde düğüm olan, çıkmaz sokaklı sözcüklerle dolu hatalı felsefi soruların hipnozundan uyanıp "kötülük var mıdır" biçimindeki can alıcı soruyu sorabildiğinde, daha derin katmana inmeye hazırdır bu kişi artık. 


Birer süje olarak bizler için her nesnenin içkinlik sorunu da yukarıda tartıştığım "evrensel" probleme eşlik eder. Yani evrende her türlü kaosun olduğunu bilen birisi, onu anlamaya evreni dini nedenlerle sürekli güzelleyip duran insandan daha yakındır. Düşüncesi ne olursa olsun, kişi "kötülük var mıdır" sorusunu soramamışsa bile, potansiyeli gereği tüm sorunlara gebe olan evrenin her türlü pisliği ve kötülüğü doğurmasına şaşırmamalıdır. Yani kişi idealistse ya da kötülük diye bir şeyin olduğunu varsayıyorsa, evren hakkında sızlanamaz. Hayat hakkında sızlanamaz. 

Evrenin (ya da ibadet ediliyorsa herhangi bir tanrının) karnı, tıka basa kaosla doludur. Bu yüzden, hayatım boyunca evrende ahenk ve düzen gören insanları anlayamayacağım. Çok basit bir öneri getiriyorum. Hayatı acı günler için Sartre ya da Nietzsche, güzel günler için ise Epiküros çizgisinde yaşadığımızda, kaosun da sonsuz keşmekeşin de bizi pek rahatsız etmeyeceğini birinci elden biliyorum.

Evrende denge arama dengesizliğini göstermeyi bırakalı çok oldu çünkü. 





-fin
















İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides