4 Nisan 2017 Salı

Farkadaşlık 🗝️



       Bir şey fark ettin mi?

 Fark ettin mi ? = Ayrıştın mı ? Ne kadar uzağa gidebildin ?

   Fark etmek eylemi, kaynağını ayrı(k) olmak, ayrışmak, öte-leşmekten alan bir durumdur.
 Orijin :  فرق (Ar.) [faraqa] – “ayrıldı”.

   Herhangi bir şey fark edilme aşamasına gelmişse, kişi kendi ve o 'şey' arasındaki ayrıklığı görmüş demektir. Teolojide Fâruk ismi, haklı ve haksız olanı fark edebilen, hayır ve şer gibi kavramlar arasına çizgi çekebilme yetisinde olan ve bu sayede adaleti getirebilen kişidir. İslam dininin kutsal kitabında Furkan ismi bulunur. F - r - q  ünsüzleri üzerine inşa edilen bu sözcük de iyi ve kötü ayrımlarını yapabilme, doğru ve yanlış olanı tefrik edebilme (fark kökünden ) kabiliyetinde olan kişiyi gösterir. Faruk / Furkan olan, dinin retoriğe bezenmiş metinlerinde ezelden beri İYİ ve KÖTÜ'leri ayırt edegelmişlerdi. Benim burada yapacağım şey, fark etme –nin köklerine kazma kürekle girişmektir.

  Ecce homo

  Umwelt-e mahkum olduğum kadar, bir umgebung düşlemeye bağımlı olduğum ortada.  Ben insan olanım öyle değil mi? Acınacak olan. Umgebung-a paha biçme isteğimin getirdiği delice hazlar içinde eriyip giderim. Gördüğüm her şeye birer anlam vermek, içimden taşan kaçınılmaz bir çabadır. Tarih boyunca tam göbeğinde kavrulduğum bir çaba. Neyi tam anlamıyla fark edebilirim? Bir şeyleri fark edebildiğimi. Yalnızca kendimi. Dönüp dolaşacağım tüm durakların sonunda ben varım. Bildiğini ve daha fazla bilebileceğini öne sürerek yeni duraklara varmak için kendini paramparça eden ben. Çürüyen bir et taşıyan ben. Gerçek acıların beşiği olan, uzay ve getirdiği sonsuz bilememe hali benim düşüm. Tüm keşiflerimizin ve savlarımızın kaypak temeli, alabildiğine basittir : algılayan ve algılanan.

    Sapiens sapiensin bir olguyu fark etmesi, ondan olmadığı bilgisine varması demektir. Farkındalığı, bütünleşemediği her şeydir. Tek gerçek acının bu olduğunu 'gitmek' yazısında hafifçe eşeledim.


   Bilgi felsefesi için ‘şey’ ler ve beni onlara götüren bağlar esastır. Algımı kıskıvrak kuşatan bu ‘şey’ leri idrak edebilmek için ben, onları olduklarından kat kat aşağı indirmek zorundayım. Bu blogda dil’e yaptığım göndermelerin her birinde, algılananı ele avuca sığar hale getirmek ve bitmek bilmez dış evreni aktarılabilir kılmanın da ancak bu indirgeme ile mümkün olduğunu ifade etmeye çalışmaktayım. Şeyler (somut nesneler veya kavramlar), algılanmadıkça ve düşünülmedikçe yokturlar. Bu algılamayı, yazının en başında tanımladığım üzere ayrışma olarak betimledim.

    İnsan süjeler, başta hiç olmayan anlamları üretmek, başka bir deyişle anlanacak olanı yoktan var etmek için dil ve onun alt bileşenlerini kullanır. Anlamlara giden yollarda elindeki tek araç, anlamlandırma biçimleri olacaktır. İşte bu bilme gayretinin çarklarını, bir 'şey'i kendine özgü biçimde algılayan süje ve süjeler tarafından algılanan obje ler döndürür. Bir obje-yi algılayış aşaması onu fark etmekle başlayacaktır. Fark ettikten sonra ona dair çeşitli her bilme, süjeyi objeye bağlayacaktır. Bu bilme girişimleri, süje ve obje arasında birden çok bilgi türünü ortaya çıkarır. Her ‘Ben biliyorum’ iddasında bulunuşunda süje, yalnızca öznel idraklarına güvenmek zorunda olan, hayatı bu idraklarını tutarlı şemalara oturtmakla geçen farkındalıklı varlıktır.

     Süjeler arasında, algının öznelliğini asla bilememiş, beş duyu organına gelen her uyarıcıyı ve her kuralı evrenin değişmez yasaları sanaduran çok fazla süje var. Neden ignorıns iz bılis? Çünkü neden olmasın. Gerçek acıların sebeplerini bulmak istesem, büyük varoluşçu Gadamer gibi kendi içimden çıkanlardan başka bir şey aramazdım. Bu acı için hatrı sayılır bir gerekçe : gittiğim her yere, içimde ‘benler’ götürmek zorunda olmak. “Bir ben var benden içeri” diyen türe ait olmak budur. Varlığın kendisi mi, yoksa elle tutulur bir amacının bulunamaması mıdır beni savuran?

   Tek yapacağım şey devam etmek. Belki de bir yuva inşa etmek gerekiyordur. Çünkü bilemeyen-ben, ayrıştığı (önce fark ettiği ve sonra sonsuz bir anlama-ya giriştiği) tüm bu çevreyi içeride bir yerlerde işleyebilmek için onları bir bir hapsetmek zorundadır. Ayrışılan her tikel şey, zamanın herhangi bir anında üzerlerinde düşünce üretebilmek veya yargı inşa edebilmek için bir yerlere tıkılmak zorundadır ; bir asylum. Bu hapishane zihindir. Her süjenin onu kalıcı görüp çatısı altına sığındığı ve çarpık gerçekliğe örümcek ağıyla bağlı zihin. Her şeye ahkam kesme mekanı.




   Öngörüm, bu hapishanede bir noktadan sonra gardiyanların da, mahkumların da, parmaklıkların da kendi kendilerini yok edecekleri. Nihayetinde en içinden çığ gibi yayılan, önü alınamaz bir ayaklanma başlayacak. Savrulacakları yerler hakkında hiçbir fikrim yoktur. Tek bildiğim, kafalarımızın içlerinin birer Big Bang simülasyonu olduğudur.

İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides