14 Nisan 2020 Salı

"The Platform" Filmi Üzerine


Distopyalar hep güzeldir, ütopyaların sürrealliğini gözler önüne sererler. Ütopya zaten gerçeküstü olmalıdır, ancak ikisi kıyaslanırsa kat be kat tutarsız olan kurgunun ütopya olduğu görülebilir. Şimdi ise bir distopyadan söz edeceğiz. Platform'dan.

Bize uyandığında gözlerini 48. katta açan Goreng'in gözünden sunulan bu akışta, üç ana bileşen görüyoruz. Sistem (yönetim), insanlar ve katlarıyla birlikte platform. Mahkumlar, kapalı ve sınırlı bir mekan ve kontrolü elinde tutan bir bilinmez. Üç bileşen, şu an içinde nefes aldığımız evren kutusuyla birebir örtüşmekte.

Mahkumlar: Gelişkin organizma olan insan ve canlılar (filmde bir de köpecik var çünkü)
Kapalı ve sınırlı mekan : doğa
Kontrolü elinde tutan bir bilinmez : tanrı



Nihayetinde 333 kat bulunan bu yerde, her hatta 2 insan olduğunu biliyoruz. 666'ya götüren bu sonuç, şeytanın tatlı sayısını önümüze getiriyor. Film boyunca "insan" denen şeyi mi yoksa ayrı ayrı bölünmüş şeytanları mı izlediğimizi, senaryonun akışına göre hissediyoruz. Kim bilir, belki ikisini birlikte izliyoruzdur.

"Her şey yasak meyve ile başladı."

İnsan,  kökeni ister ilahi mitler ve efsaneler ister bilimsel açıklamalar alın, girdiği her ortama adapte olabilmiş ve gezegeninin tepeten tırnağa kuşatabilmiş nadir bir canlı olmuştur. Biz de uyandıktan sonra etrafta olup biteni anlamaya çalışan karakterimiz Goreng'in, başlarda her şeye yargı ve tiksinti ile baktığını görüyoruz.

Yavaş yavaş bir şeylere ikna olduktan sonra, elinde anlamı büyük bir şey görüyoruz. Bir elma. Goreng onu saklamak istediğinde, hücre dört bir yandan hızla kavrulmaya başlıyor. Bu noktada 'aaa cennetteki yasak elma!' diyenlere bir sözüm var : bingo.

Elmayı çalan Don Kişot'umuz yüzünden onları kavurmak isteyen yönetim, kendi sunduğu seçeneklerden birini seçen insanı (daha doğrusu Havva annemizi) hiddetle cezalandırmaya hazır tanrıya bir selamdı. Kendisinden yazı boyunca genellikle bu isimle bahsedeceğim. Don Kişot adı,  benim merceğimde filmde romanla birlikte iki ayrık gönderme içeriyor. İlki, bu tatlı delinin serüveninin edebiyat tarihinde bilinen ilk roman olması. Tıpkı elmayı kendine, kendi için alan ilk insanımız gibi. Bir sahnede hemen aşağıdaki hücrede Miharu'ya saldıran adamlara karşı deliye döndüğünde,  adamimiz Goreng, içinden gelen istemle haksızlığa savaş açıp yenilen sahte şövalye Don Kişot'a bu yolla benzetiliyor. Film boyunca duyduğu şeylere (platformda bir çocuk olduğuna, kadının bu çocuğa ulaşmak istediğine, 250 kat olduğuna, çocuğa ulaşabileceğine, yukarıya bir mesaj gönderebileceğine vb.) çok farklı şeylere doğrudan inanç besliyor. Yaşlı amcamızın ona "temiz bir kalbin var" demesiyle bu durum perçinleniyor.


Miharu demişken, asyalı ablamızın kat kat dolanabilmesi konusuna bir şeyler yazmak gerekiyor.

Bildiğimiz üzere platform, kat kat aşağı inen ve en dipten hızla yukarıya çıkabilen iki yönlü bir harekete sahip. Bu konuda platformun filmin sonunda roket hızıyla göğe yükseldiğini gören pek çok seyircinin "Ulan o zaman en alta inip bindikten sonra ve gitsenize yukarı manyak mısınız?" gibi yüzeysel şeyler söylediğine tanık oldum.


Platform, yalnızca en alt kata ulaştıktan sonra yukarıya yükselebiliyor.

Bu, yukarıya çıkmak isteyen birisinin tüm katları inmek zorunda olması demek. Tüm katları inebilmek, bu sisteme göre en alt katlara dek her kata bir süre uğramak ve orada durmak zorunda olmak demek (bunun süresiyle ilgili kısmı aşağıda ayrıca yazacağım). Belli bir kattan sonra kanibalizmin ne kadar yaygın olduğunu, hatta kendi vücudunun etini yemeye çalışanlar olduğunu biliyoruz. Öylece "binip gitsenize" demeden önce, sistemdeki biri açısından bu riski göze almanın ne kadar imkansız olduğunu (hatta belki de alanlar ve daha alt kattakilere yem olanlar olduğunu) gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu kısmı böylece kapatıyorum.





Görüyoruz ki tüm bunlara sebep olan bir şey var. Bütün filmin, yani bu düzeneğin tamamının çekirdek noktası olan, tartışmasız tek şey : "yemekler".  Elmaya değindim, peki diğer yiyecekler? Öncelikle yemek konusuna bir bakış atacağım. Tepedeki şefin yemeklerini ve hatta Panna Cotta'yı kutsal kitap olarak yorumlayan analizlere katılmıyorum. Zira kutsal kitap, senaryoda yemeklerin konumuyla örtüşmüyor. Tanrının tek mesajı nimetler midir? Tanrı(lar), özellikle semavi dinlerimizin tanrıları, yalnızca doğayı yaratarak yetinmemişlerdir. Yalnızca nimetler sunmuş ve insanı öylece kendi haline bırakmamışlardır. Tatlıyı olduğu gibi yukarıya yollamak, bu nedenle "abi vallahi billahi paylaşmayı öğrendik" şeklinde bir gaye için tutarsız olur. Mutlak Bilici'nin bu biçimde ikna edilmesi de hayli tuhaf, değil mi? Her şeyi bilen ve düzenleyenin, bizlere verdiği herhangi bir şeyi ona geri göndererek bu güce mesaj vermenin paradoksal yanına analizin sonunda değineceğim.


Daha basit düşünelim, her gün tepeden süzülen o eksiksiz yemekler, tanrının "kusursuz yaratma" eylemini yansıtıyordu. En ufak bir kılın dahi cezalandırılıyor olması, yaratılana verilen öneme şirin bir vurguydu. Ne var ki özellikle birkaç kattan sonra çamura dönen ziyafet sofrası, kusursuz olandan gelen nimetin insan elinde aldığı hal ve dönüştüğü noktayı soktu gözlerimize. İnsanın bu doymak bilmez yanının yansıtıldığı yapımlarda, bu yanımız hep kötü ve tükaka gösterilir. Ayıplanır, içindeki canavar insanın. Peki bu insan nerede oluştu? Bu yanımız nereden geldi? Bu yanımız yalnızca dizginlenmek için var olan bir pislik yumağı mı? Bunlar kritik sorulardır. Sonuçta insan...


Peki ama nasıl insan? Adını "Mr. Obvio'" koyduğum yaşlı amcamızın tabiriyle üç çeşit insan vardı. Alttakiler, üsttekiler ve "düşenler". Dürüst olmak gerekirse bu sahnede düşenlerden kast edilenin, sisteme yenilerek intihar edenler mi yoksa daha yukarıda olmak yerine uyandıklarında kat irtifası kaybedenler mi olduğunu epey düşündüm. Sanırım ölenler kastediliyor olmalı.

Ancak katları, karakterleri ve konumları ne olursa olsun, tüm bu insanlarla tek tek görüşerek, onları eleyerek bu dipsiz kuyuya sokan birini tanıyoruz. Adeta köprü gibi, bir elçi görevindeki ablamız.

İnsan kaynaklarındaki bu metaforik ablamızı iki farklı biçimde görüyoruz. Derli toplu haliyle ve sert mizacıyla masa başındayken ve onunla görüşüp içeriye giren insanlar gibi bir hücrede uyandığında.
Sonraları Don Kişot ile sohbetinde [söylediğine göre] ne kat sayısını ne de sistemde bir çocuk olduğunu bilmediğini söylerken görüyoruz kendisini. Ben, bunu bildiğini ve sakladığını düşünmüyorum zira sonrasında yaşadığı pişmanlık ikna ediciydi. 


Bu kısımda bizlere itiraf ettiği bilgisizliği, tanrının bu gizemli işleyiş ve kaosuna dair din adamlarının kendilerine iletilen ya da okuduklarından öte bir bilgileri olmadığı üzerine yorumlanmıştı. Bu yoruma katılıyorum. Ancak çok güzel bir detay var. Ablamız (Imoguiri), hücrede uyanınca "Buraya gelmeyi kendim seçtim." diyerek bizi şaşırtıyor. 


Burası diyor, delik melik değil diyor, DİKEY ÖZ YÖNETİM MERKEZİ'DİR diyor. Anlıyoruz ki ablamız, içeriye insanları paylaşmaya ve yemeğin herkese yetebileceğini göstermeye gelmiş. Bir erek sunuyor bizlere. Sonra ekliyor : "Burada bir şey olmalı."




Dikkat edilirse ablamızın paylaşımcı ruhu ve paniği, içeri düştükten sonra başlıyor. İçeride uyandıktan sonra, karakterimizi işe alırken sergilediği muazzam kuralcı ve kibirli tavırlarindan hiçbir eser kalmadığını gözlemliyoruz. 


Tam bu noktada aslında din adamlarının konumunu sorgulayabiliriz. Bir iddialar bütünü olan ilahi sistemi bunca az, eksik ve yanlış bilen bu grubun, avam kesime has olan, hayatta kalmaya ilişkin insanî paniklerinin, ancak onların yerine geçtiklerinde belirginleşmesi, dikkate değer. Bu paniğin varabileceği noktanın en güzel örneği, şeker ablamızın 250 katın altında uyandığında intihar etmesidir. Güvendiği kutsal sistemin yalanıyla sarsılmanın bedeli, ona ağır gelmiştir.


Baharat ve Don Kişot'un platforma zıplamaya karar verişlerinden sonra, alt katlarda bizleri "bilge" sıfatıyla, tekerlekli sandalyede bir amca karşılıyor. Baharat'ı direkt olarak tanıması, daha önceden oda arkadaşları olduklarını sezdiriyor. "Sana hiçbir şey öğretemedim mi" diyor fakat halat sahnesinden görüyoruz ki öğretememişsin bilge amcam. Burada tuhaf bir cümle görüyoruz. "Yönetimin vicdanı yok" olarak çevrilse de kullanılan sözcük 'bilinç' anlamına da gelmekte.


Sonra bilgemiz diyor ki "Hacılar, asıp kesip mesaj yollayacaksınız fakat yönetim anlamaz. Siz iyisi mi sıfırıncı katta yani size yemek veren insanların katında çalışanları kafalayın. Onların mesajı alma ihtimali minicik de olsa var." Şimdi burada da büyük bir sorun var. Çalışanları manipüle etmekten söz ediyor "bilge" adamımız. Bu eylemde beklenen sonuç nedir? Yönetim değil midir tüm bu çarkları işleten? İstenen şey daha fazla yemek midir? Eğer öyleyse testin anlamı nedir? İstenen şey "bakın paylaşabiliyoruz" mesajı iletmekse şayet, ortalık kan gölüne döndükten ve katlardaki insanların en az yarısı kıyma makinesinden geçmiş gibi doğrandıktan sonra bunun bir önemi var mıdır?

Bu soruları biraz düşünün. Peki ya bilgemizin "yemeğe basmayın iki dakika nezaket gösterin be kardeşim" dedikten sonra "önce konuşun olmazsa saldırırsınız" demesi ne yaman çelişkidir? Gerçek öfke ve şiddetin kesin sonuç olduğunu vurgulayan çok net bir ifadedir bu. Bu nasıl kestirme bir bilgedir, ben pek anlayamadım doğrusu. Torpil her yerde...


Gelelim dananın kuyruğunun kopup kopup dikildiği yere.

Çocuk.   

Bildiğimiz gibi sistem yaşlı, genç, siyah, beyaz, Asyalı, sarışın, büyük, küçük, kadın, erkek herhangi bir değişken ayırt etmiyordu. Ta ki bir çocuk karşımıza çıkana kadar. Temiz bırakılan, temiz gösterilen, ayrı gösterilen, üzerine ışık tutulan şey. Çocuk. Hikayenin patladığı, filmin son ve vurucu aşamasını oluşturan bu "mesaj" kısmını da biraz açacağım.




Bu aşamada, finale değer güzel bir çözümleme yapmaya çalışacağım. Ancak öncelikle çocuğunu arayan ve daha önce kat değiştirme aşamasında bahsettiğim kadının çabasını, Don Kişot'un sonda gösterdiği mesaj verme çabasından ayrı tutmak gerek. 


Çeşitli analizlere baktığımda, genel kanı dünyada her olaydan etkilenenlerin çocuklar olduğu ve minik çocuğun en alt kata konmasının ise açlıktan ve şiddetten en çok etkilenenlerin onlar olduğu üzerineydi. Çocuk en dipte, görünmez ve imkansız ötesi biçimde tertemiz olarak hayatta kalan, adeta "kimsenin görmediği masumiyet imgesi" olarak çıktı karşımıza. Mesaj, bu sisteme karşı bir isyandı. Tatlının gönderilmesi, makro mercekte konformist bir amaç uğrunaydı. Buradan çıkabilmek, yönetime (en azından yemek dağıtanlara) paylaşmanın başarıldığını ispatlamak içindi. Kanın gövdeyi götürdüğü tüm bu hengame, bunca cinayet, vahşet, hepsi bu uğurda göze alındı. Kurtulmak için. Fakat Baharat ve Don Kişot, en alt katta vicdanlarına yenildiler ve inandıkları tek şeyi de insani bir duyguyla kıza verdiler.  

Aslında bu, onların içindeki iyiliğin, her şeyden vazgeçmek uğruna bir dışavurumuydu. Yönetimin vicdanı olmasa da bu sisteme hapsettiği insanların vardı. Bu mesaj çok anlamlıdır. İnsanın en büyük yükü, vicdanıdır çünkü. Hayatı bunca yaşanılmaz kılan şey, hisler ve bu iç görgüdür. Peki tanrı(lar), buna sahip midir?

Tanrı ahlakı, kutsalın etiği ve ilahi acı konularında ileri okumaları daha sonra önereceğim. Yine de tam yeri gelmişler "Acı Çekene Saygı" şiirini buraya bırakıyorum.

Bir pencere daha açayım.

İkilimizin küçük kıza feda ettikleri tatlının yansıttığı insanî duygunun bir benzeri daha vardı filmde. Tüm insanlığın ortak saygı duyduğu, kutsala en yakın olan ve hatta doğaya bile atfedilen bir özellik var. Analık. Bu aşamada, en alttaki çocuğa yemek götürmek için platformda kalan kadının annelik sevgisine bir vurgu yapıldığı aşikar. Miharu, her şeyi göze alarak bir şekilde o katları inebiliyor olmalıydı. Bir tek annenin yavrusu için yapabilecekleri, milyonlarca tanrının hiç tecrübe edilmemiş o yapay sevgisinin çok ötesindedir. Peki çocuğun mesaja dönüşmesi neydi?

Filmde hapishanenin en tepesine bir mesaj iletme kaygısını gerçekten çok trajikomik buluyorum. Nedeni çok basit. Bir elmanın saklanmasını dahi saniyeler içinde fark ederek odayı ısıtan sistem, insani bir sistem değildir. Burada açıkça omnipotent (her şeye kadir) yapı / güç artık ne derseniz, öne çıkarılıyor.

Çocuğu yukarıya ulaştırmak, neyi çözecekti? Yemek mesajı, paylaşmayı öğrendiklerine ve nefs kontrolüne dair bir mesajdı. Platformda çocuğu gören yönetim ne yapacak? Yönetimin hiçbir mesajla ilgilenmediğini bilge amcadan biliyoruz. O halde geriye yalnızca sıfırıncı kat kalıyor. Onlar da yalnızca yemek mesajını alacaklardı. Çocuğu ne yapacaklar? Doğrayıp yemeklere mi koyacaklar?

Filmin sonunda şu sorular da sorulmalıdır : Diyelim ki tanrı ya da yönetim, çocuğu gördü. Bu her şeyi bilen tanrı, kimden neyin mesajını alacaktır? Yarattığı dünyayı ve bu kaotik düzeni tanrıya tekrar göstermenin anlamı nedir? Tanrı tatile mi çıktı? Neler döndüğünü bilmiyor mu? Dahası mesaj, bir anlamlı ileti değeri taşır. Anlamlı iletinin amacı, alıcıda bir etki oluşturmak ve onu harekete geçirmektir. Çocukla kim, neyi, ne için harekete geçirmek istiyor? Diyelim ki Don Kişot, çocuğa hiç rastlamadı. Yemeği en alt kata indirebildi. Yemek konusu burada tıkanıyor. Herkesin yeterli yemeği platformda varsa, madem açgözlü olunmadığı takdirde sorun çıkmayacaksa, zaten kendi organizasyonu ile halledebilecekse insanlar bu ölüm asansörü oyununu, mesajın anlamı nedir? Burada yönetmen, dua eyleminin sayı doğrusunda sıfıra giden edimini öne çıkarıyor ise (ki umarım öyledir) güzel bir nokta olurdu. Tanrıya etki edebilir miyiz? Evrenin işleyişi doğrudan deterministik midir? Zamanın akışına (god =time) çomak sokulabilir mi? Tanrı, dilek ve dualara yanıt vererek herhangi bir eyleme geçiyorsa / geçebiliyorsa, dua etmeyen insan aptal mıdır? Tanrıdan bir şey dilemenin formülü mantık felsefesinde nasıl açımlanmalıdır? Tanrıdan ne dilenebilir?

"Ey platforma hareket ve ivme veren rabbim, çıkar bizi buradan" mı?

Ben orta dünya, fantastik krallıklar ya da fazlasıyla lazerli bilimkurgu temalı filmlerin beni içine çekmediklerini, sarıp sarmalamadıklarını söylediğimde arkadaşlarımdan tatlı sert tepkiler alırım. Bu yapımlar arasında Yüzüklerin Efendisi, Game of Thrones, Star Wars olunca linç boyutunu hayal ediniz. Zira iyi ve kötünün akşam kuşağı dizileri kadar keskin çizgilerle sabitlendiği bu yapımlardan daha 18 yaşlarımda illallah etmiştim.

Şaka bir yana, benim genel bakışta gerçekten beğendiğim bu filmde, farkettiğim teknik ama önemli detaylarla yazıyı bitireceğim.

Yemek, nimetler, yetinmek ve insan doğası sorunu...

Tanrının platform üzerine herkesin sevdiği yemeği koyması ve herkesten bununla yetinmesini beklemesi, senaryoda çok  fazla sorun yaratan bir düğümdü. Tanrı(lar) dahil hepimiz biliriz ki hiçbir insan, her gün aynı yemeği hele ki aynı saatte yiyemez. Ancak nimet sunan (şef) tanrımızın beklediği şey, biftek seven birinin her gün ve kendine yetecek porsiyonda sürekli olarak biftek yemesidir. 666 insan düşünüldüğünde, bir tek kişinin bile en ufak biçimde başka bir yemeğe yeltenmesi, bütün zinciri kaydırarak bozacaktir.

Dahası, her katta iki dakika kalan bir yemekler yığınına sakince ve tamahsizca yaklaşılması bekleniyor, insanlarımızın. 333 kat, ikişer dakikadan 666 dakika eder. Bu, 11 saatten fazla bir süredir. Bu noktada yemeklerin her gün yalnızca bir kez hazırlandığını, zaten hiçbir şey yiyemeyen alt katlarımızın bomboş bir zemini 8-10 saat beklediklerini görmekteyiz. 

Gelelim platformun geometrisine. Platform, dünyada hepimizin ortak bir besin zincirinde olmasına ayna tutması açısından anlamlı, ancak işin bir de teknik boyutu var.  Yiyeceklerin her katta dikdörtgen, taşvari bir düzlemin ortasında geliyor olması ve yemeklere yalnızca hücrelerin kenar kısımlarından erişilebiliyor olması nedeniyle dev bir kaos oluşması kaçınılmaz. Bu tür detaylar, filmlerin alt metinlerine odaklananlar tarafından her zaman atlanır.

Yanına eşya alma kısmı ise senaryomuzda belki de en büyük sorundu. Filmde bu eşyalar hapis sürecini temelden değiştiren şeylerdi. Aynı şartların olacağı / olması gereken bu yapıda, oraya tamamen bilinçli tercihlerle nesneler sokulabilmesinin mantıklı açıklaması nedir? İnsan dünyaya sıfır seçim hakkıyla gelir. Kimse dilini, coğrafyasını, ailesini, ten rengini, genetiğini seçemez. Devasa bir piyangodan ibaret olduğu aşikar olan yaşamın, filmde tercihe bırakılan ve her şeyi etkileyen bu nesneler ile uyuşmadığını düşünüyorum. Hepimizin yeryüzünde farklı nesnelerle buluşuyor olmamıza güzel bir gönderme, ancak bunun seçimle yapılması filmde biraz tuhaf kaçmakta.

Yazının sonuna gelmişken, tanrı ve insanı karşılaştıran filmler her zaman sürükleyici ve düşünce penceresi açan yapımlar olmuştur. Propaganda yapıyor olsalar bile. Çünkü propaganda, sorgulayan bir zihin için nimettir. Yemi kolay yutmaz çünkü o zihinler.

Bu açıdan Platform, belki yukarıda değinmeyi unuttuğum çokça şeye bir soru işareti bırakan, güzel bir film. Dakikaların aktığı, bittikten sonra oturup üzerine düşünülebilecek şeker bir eser, derim ben.


-fin 

Acı Çekene Saygı

tanrı ile aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda.
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığında ruhum,
intihar edeceğim ben de
denenmemiş bir yolla.

nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edip s*ktir çekmiş yeryüzüne.

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı'ya küsen bir çocuğum.
eğer tanrı intihar edenleri ve nietzsche'yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim ben de
tanrı dürüstlüğü sever.


tanrı'nın hayal gücünü beğenmiyorum.

ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direkt konuşurdum insanlarla.

ben tanrı olsam
hitler'i iyi kalpli bir yahudi olmakla cezalandırırdım,
yahut yetenekli bir yazar yapardım onu.
içindeki kötülüğü insanlara değil
tuvallere boşaltırdı.

ben tanrı olsam
devletler yok olur
gül kokulu bireyler var olurdu sadece,
atlar çılgın zamanlar koşardı.

ben tanrı olsam
düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım,
dünya bir şiirin
yaratılım sürecine dönüşürdü böylece.

ben tanrı olsam intihar ederdim.
insanlarla birlikte,
acı çekmeyi öğrenemediğim için.


-Cesar Mendoza

3 Nisan 2020 Cuma

Korkunun Gerçek Hayvanı



korkunun gerçek hayvanı, cesurdur.

korku şah çektiğinde mat olacak bu yüzden, çaylak bir akıl.

Karanlıktan en çok çocuklar korkuyor. Çocukların ruhlarına can çekiştiren bu kaçınılmaz korkunun nedeni, beynin doğadaki olguları aşamalı tasarlama ve planlama bölgelerinde -özellikle inferior ve middle frontal gyrus'ta- bir şeyi derinlemesine analiz etmeyi sağlayan dünya bilgisinden çok, o yaşlarda hayalgücü yetisinin baskın olmasıdır.



Zifiri karanlık, en büyük iki yetisi hayal etme ve benzetme olan gencecik bir beyni bitmek bilmez bir eziyete kurban ediyor. Bu gibi tüm anlarda  bir çocuğun gözleri her nesne ve sanrıyı gerçek görmeye eğilimlidir. Karanlık, hayalgücünün benzinidir. Orada her canavar, her hayalet, somut ya da metafizik her nesne barınabilir. Unutmamak gerekir ki canavarlar hayal etmek söz konusu olduğunda çocuk için düş (gücü) bir silah değil zaaftır (Canavar nedir, o başka yazıda olacak). İşte beynin bu şekilde duyumsadıkları, karanlık yüzünden büküme uğrar.



Tecrübe ve sonrasında deneye dayalı veriler olmadığı zaman, insanın sırtını yasladığı, hep işleyeceğini sandığı yegane sermayesi olan aklı, minicik bir kuzudur. Kaç yaşına gelirse gelsin, bu insan hayatı boyunca bir çocuğun korkusu ve bilgisizliğiyle yaşayacaktır. Artık her duyu, gölgesinde dişlerinden salyalar akan bir kurttur. Bu, göz, kulak, burun, ağız, eller ve onların arasında hiçbir şeyden haberi olmayan, kafatası içinde öylece süzülen etin hikayesidir. İşte bu, kurtların içinde yaşayan kuzunun acıklı serüvenidir. Artık kuzu, ölene dek kovalanacak. Kurt sürülerinden kaçışından ibaret hayatına, dev bir yalan yamayacak.

Şimdi, zavallı kuzucuğun kaçışı öylesine sayısız kez tekrarlanacak ki bir yerden sonra gözleri ağaçlar, çalılar ve otları kurtlardan ayırt edemeyecek. Nefeslenmek için duracak, ölümüne en yakın olduğu anda yapacak bunu. Ölüme yaklaştığı anda, gözleri denizler kadar büyük açılacak, denizler kadar büyük bir dehşetle. Kuzu anlayacak. Kuzu, kendisine ne yaptığını görecek. Bütün hayatı gözlerinin önünden geçecek, şanslıysa. Ölmeden önce bir tek paha biçilemez uyanış. Her şeye bedel bir tek fark ediş. Fakat bir kurdun dişlerinde olacak bu.

Korkunun gerçek hayvanının dişlerinde.

İnsan

Öğrendikleri ve ezberleriyle burada.
“I think... if it is true that there are as many minds as there are heads, then there are as many kinds of love as there are hearts.”
― Leo Tolstoy, Anna Karenina

“The mind is not a vessel to be filled, but a fire to be kindled.”
― Plutarch

“Your mind is working at its best when you're being paranoid. You explore every avenue and possibility of your situation at high speed with total clarity.”
― Banksy

“The face is a picture of the mind with the eyes as its interpreter.”
― Marcus Tullius Cicero

“Biology gives you a brain. Life turns it into a mind.”
― Jeffrey Eugenides