Kafanın içinde pazar var, kafanın içinde pazarlar.
"Zihinde kavramlar,
limitleri çizilmiş anlam demetleri olarak depolanırlar."
Bu tanım da nedir? Kavram, limit, anlam? Anlam'ın yanı sıra anlam demeti nedir?
Fillmore tabanlı çerçeve anlambilim esasına göre (Frame Semantics) sözcükler, içlerinde anlamlar barındıran birer çekirdektir. Fakat her sözcük, bir başka anlam çekirdeğiyle açıklanmaya mahkumdur. Hangi sözcük kendisiyle açıklanabilir ki? Bu girişime totoloji demekteyiz. Örnek olarak 'koşmak' tanımına 'koşmak eylemi' gibi karşılıklar yazan fantastik sözlükler vardır. Eşanlamlarla açıklama kurnazlığı da başka bir problemdir. Örneğin ben bir sözlükte 'anlam' maddebaşına bakılır, açıklamada 'mana' yazar. 'Mana' maddebaşına geçilir, 'değer'e götürüyor beni. Bu sebeple sözcükler sizi yutabilir.
Bir sözcük başka bir sözcükle açıklanmak zorundayken, dilin kökenine inmek nasıl mümkün olacaktır? Dilbilimde çoğunlukla bu sulara yanaşılmaz. Bunun sebebi açıklanmak istenen temel sorunun insan zihninin üretim ve anlayış sistematiği olmasıdır. En genel soruların yanıtsız kaldığına daha sık şahit olunur. Burada gayem tıpkı sözcükler gibi, sözcüklerin etiketleri olan anlamların da zihinde kümelenmeler halinde var olduklarını betimlemek. Örneğin bir timsaha dair tüm algılar, timsahın içinde bulunduğu diğer sözcükler (ve anlamlar) yoluyla şekillenecektir.
"Nil timsahlarının derilerinin rengi, avlarını yakalayabilmeleri için zeminin suya yansımasıyla oluşan yüzey rengine adapte olmuştur."
- gibi bir tümcede ayrı ayrı Nil, timsah, deri, su, adapte olmak sözcükleri bir 'alışılmışlık' oluşturur. Bu sözcüklerin yan yana durmaları, meydana gelen anlam demetinin sırıtmasına yol açmaz. Bir de şu tümceye bakalım :
"Şirket binasının 44. katında yapılan yöneticiler toplantısında salona bir anda dalan timsah herkesi korkuttu."
Böyle bir yapıda anlam evrenleri görece biraz da birbirine geçik ve bir şaşkınlık oluşturacak niteliktedir. Burada 'timsah' sözcüğü , kendi art alan evreninin (timsah habitatı, hareket alanı, timsahın bulunabileceği ortamlar vs.) dışında, bağın zor kurulacağı bir ilişkiye sokulmuştur. Kısaca 'timsah' ın ilk anlam sınırları zorlanmıştır. Bir de şu var :
"Havuz partisine mayosunu getirmeyi unutan timsah, arkadaşlarının alay konusu oldu."
Bu örnekte sözcüklerin anlam kümeleri realiteden sıyrılmış ve kurgu dünyasının sağladığı sonsuz yaratma seçeneğinden nasiplerini almışlardır. 'Timsah' sözcüğünün sınırları zorlanmamış, tamamiyle ortadan kaldırılmıştır. Baştaki tümceye dönecek olursak, deneyimlerimiz ve ortak öğrenimlerimize bağlı olarak zihinlerimizde yüzeysel bir 'timsah' imgesi olduğunu söylemiştim. Üç aşağı beş yukarı bir 'timsah'. Asla bir Avustralyalı ile aynı olamayacak belki, ancak timsahlara dair yüzeysel şeyleri konuşabileceğimiz bir düşünce veritabanı. İş detaya gittiğinde herhangi bir konuda konuşmanın ne denli zor olduğunu iyi biliriz. Timsahları bir de herhangi bir zooloji veya biyoloji profesörü ile konuşmayı deneyin.
Sözcükler ve sınırlarına kısaca değinmiş olduk. 'Timsah'ın sınırları onun uzayda kapladığı yer, ağırlığı, yaşam alanları, biyolojik özellikleri, diyeti, ekosistem rafındaki yeri, verebileceği hasar, geometrik formu, kısaca 'potansiyeli' ile oluşur. Şimdi, her sözcüğün 'timsah' kadar kolay sınırlara sahip olmadığını söylememe gerek var mı bilmiyorum. 'Ahlak'ı ele alalım. Bu gibi soyut ve geçirgen bir anlam evreni bile,
yaptırım, ödül-takdir, toplumsal kabuller gibi alt çerçeveler ile şekillenir. Böyle böyle ne oluşuyor? Kavram. Anlam ve anlam demetlerinden sonra bir aşamaya daha geldik. Kavramı okyanusta salınan iceberg’e benzetmişimdir. İceberg’i
suda dolaştıran ise ondan daha büyük olan alt kısmıdır. (Bu arada aman dikkat, Titanik bu
yüzden battı.) İşte anlam demetleri, örneğin ‘ahlak’ gibi bir kavramı meydana getiren suç-ceza, red-kabul, yasa-dizge,
doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-zararlı gibi bileşenler halinde kayıtlı
haldedir. Tıpkı 'timsah' ı meydana getiren ağırlık, yaşam alanı, etobur bünye, timsahın familyası gibi niteliklere benzer şekilde. Bizler Hira’da spiritüel seyahatler yaşayan, tanrıyla kelam eden veya
kendini deniz feneri ilan eden haberciler kadar şanslı olmadığımız için,
bu anlamlar hipokampus-lerimizde kendi kendilerine oluşmazlar. Bizlere tepelerden bahşedilmezler. Bireyin kavramlarını,
imaj şemalarını ve bunların alt bileşenlerini belirleyen onun hiçbir seçme şansının olmadığı sayısız çevre uyaranından biri olan anadili ve
tecrübeleridir. Diğerlerine aile, kültür, din, statü, ten rengi, genetik, kalıtımsal yatkınlıklar, anatomi vb. sayısız örneği verebiliriz.
Kavramı bir çember
analojisiyle anlatalım. Bir çember düşlüyorum diyelim. Sonra bu çemberi
çevreleyen yeni bir tane. Sonra onların dışına bir tane daha. Her çemberin bir
sınırı bulunacaktır. Bir şeyin sınırının olması,
onun içinin ve dışının olmasını gerekli kılar. Her şeyi kapsadığı iddia edilen
çemberin dahi. Tasavvufta varmak, bir
yerde bu sınırı kırmaktır. Varan / Eren’in
artık sınırı yoktur. İçi ve dışı da. O, biçimini ardında bırakmaya
yoğrulmuştur. Sınırsız olana, içi ve dışı olmayana gidecektir. Yani bütüne. TÜM
olana.
Dünyaya ait her
şeyi, (dikkat uzun bir liste geliyor) dünyanın doğuşundan bugüne tüm canlılar,
tüm doğa olayları, afetler, tektonik kımıldamalar, tüm kıyımlar, tüm ırk ve
türler, tüm madenler, ekolojik sistemin tamamı, dünyanın tutuşmuş çekirdeğinden
yeryüzüne uzanan tüm tabakalar, insanlaşmaya başlayan ilk hominidler, tüm
çağlar, tarım devriminin ilk kurbanlarından bugüne BÜTÜN insanlık tarih ve ürünleri
dahil, sözün özü bu gezegene ait ne varsa kapsayan dev bir çember hayal edecek
olursak onu içine alan bir dış çevreyi de hemen o anda kaçınılmaz olarak var
etmiş oluruz. Şimdi güneş sisteminin her şeyini kapsayan bir çember çizdim.
Eyvah, eşzamanlı olarak onu çevreleyecek olan yeni ve daha geniş bir çember
daha yarattım bile. Milky way, sonrasında Nebulalar, Süpernovalar hatta
karadeliklere bir çember çizdim. Şimdilik hepsi hala bir üst çemberin
içindeler. Hayal edebildiğimiz ve gözlemleyebildiğimiz en büyük çember. Evren.
Çok kuvvetli bir
yayı çok büyük bir kuvvetle gerip göğe doğru ütopik hızla bir ok attığımı hayal
edelim. Ok yaydan öylesine kuvvetle
çıktı ki devasa hızlara ulaştı. İşte atmosferin tabakalarını geçiyor bile.
Şimdi dünyadan ayrılıyor. Yörüngemizden çıktı. Başka hiçbir gök cisminin
yörüngesine girmeksizin uzayda ilerliyor. Evreni katediyor. Sonra ok,
uzay(boşluk) içinde düşmeye başlıyor.
Okun önünde yalnızca
iki seçenek vardır :
a. Evrenin bir yerinde bir sınıra çarpmak ve orada kalmak. Bir taban, bir duvar, bir yüzey gibi.
b. Evrende hiçbir yere çarpmadan düşmek. (Sonsuza dek düşmek, evrenin sonsuz olması. Süre-nin saf dışı kaldığı nokta. Kütle, zaman, varlığın ve eskime-nin bir öneminin kalmadığı bir düşüş. Değişimin bittiği bir düşüş.
İkinci seçenek çok uzun bir yazının olayı. Çünkü bir üst
boyutu anlamaya zorluyor beni. Ben de şu
3d halimle üst boyutlara kafa tutamıyorum tabi. (Ey dördüncü boyut, sen kimsin
ya ?) Bu sebeple ikinci varsayıma belki sarhoşken burnumu sokacağım. Çünkü eğer
okun düşüşü gerçekten bitmeyecekse, sonsuzluk içinde varlığını sürdüren bir
sonlu-luktan söz etmek zorunda kalacağız. Oysa sonluluk ve sonsuzluk
birbirlerini pek sevmezler. Bir sonluluk içinde bulunan sonsuzluktan belki daha kolay söz
edebiliriz (Zenon’un oku). Fakat böyle bir durumda yalın bir yorum yapabilmek
için bile kırk fırın ekmek yutup kırk fizik laboratuvarı falan yemeliyim. Bunu
şimdilik geçiyorum.
Olay birinci seçenekte. Bir yere çarpan ve duran ok. Evren çemberinin sınırını
gözler önüne serecek olan bir çarpış bu. Söz konusu durum, anında yepyeni bir
yeni koşul peydah edecek. Ok bir yerde durduysa, bu bir sınırdır. Evren
sınırlanmıştır. Sınır, bir iç-i ve bir dış-ı zorunlu kılıyordu. Öyleyse sınırlı bir evrenin dış-ında ne vardır? Bu soruyu sorarken benim kavramlarım arasında baz
alabileceğim en dış şey, evrendir. Fakat
milyarlarca insanın bir tık daha büyük bir dış-ı kurguladığını biliyorum.
Tanrı.
Tanrıyı çemberlemek için ne gerekir? Dilin bazı işlevlerine göz atmak. Sonra bir kağıt ve bir kalem. Dil, anlamları ihtiva eden kavram-ı, bir tür kod-lamaya dönüştürür. Söz gelimi suç, adalet, dirayet, cinayet, ibadet, atalet gibi kavramlar dile kodlu haldedir. Kullanımbilimsel (pragmatics) içerikleri bireyin tecrübeleriyle filizlenir ve gelişir. Örneğin tüm sevdikleri bütünüyle talihsiz bir kazada hayattan ayrılmış veya ailesi katledilmiş bir insan için adalet bambaşka yansımalara sahip olabilir. Dilinde bu kavram yine altı sesbirimden meydana gelen 'adalet' sözcüğü olarak kodlu halini sürdürür, ancak sözcüğün tabanında yatan anlamlar öylesine bükülebilir ki, birey için adalet bizzat adaletsizliğin kendisi haline dönüşebilir. Testere'de falan bunlara değiniyordu yönetmen kardeş aslında, bilmem anlatabildim mi. Adaleti getiriş tarzımız esastır yani. Adalet hepten yok olabilir, o başka.
Dil
sayesinde herhangi bir şeyi soyutlamak mümkündür. İşte Homo Sapiens Sapiens’i diğer türlerden böylesine ayrışık yapan niteliği bu. Ben de naçizane duble sapiens bir homo
olarak bir dostuma, o an yanıbaşımızda olmayan bir ağaçtan söz edebilirim.
‘Ağaç’ derim. O an bir ağaç yaratmışımdır. ‘Satürn’ derim ve bir saniyeden az
bir sürede Satürn kalkıp yanımıza gelir. Artık bizim elimizdedir. Ona her şeyi
yapabilir, çarpıtabilir, betimleyebilir, şiirimize meze yapabilir, kısacası
hakkında her türlü kelâmı edebiliriz. Fakat yaptığımız, yukarıda söz ettiğim çember çizmek’ten başka bir şey
değildir. ‘Ağaç’ dediğimde tikel veya tümel, ‘ağaç’ kavramını evrenin
tamamından çekip almış, onu soyutlamış ve söze şırıngalamış olurum.
Tekrarlamak gerekirse, ‘ağaç’tan bahsetmek için ağaca ihtiyacım yoktur. İnsan,
onbinlerce yıl önce ona bu olanağı sağlayan aktarım sistemine ulaşmış ve
bilinen canlı türleri arasında kurgulama
yetisinin ekmeğini yiyen tek tür olmuştur.
(Şempanzelerin de yıldızlara bakıp düşündükleri üzerine savlar var, bir
göz atmak keyifli olur.)
Önce tanrı dedim sonra da dil. Şimdi varacağım nokta şu : dilimin
donattığı düşüncemin gölgesinde, şu tanrı
dediğim, benim en dış-ım olan evreni bile kapladığı iddia edilen meşhur zat-ı muhteremin çemberini hayal ediyorum. En bilindik şarkıyı söyleyeyim : “Tanrı
doğmaz, doğurulmamıştır!” (muhatap burada kendi tanrısının adını zikrediyor.
Zaten ona tepside sunulduğu üzere başka tanrı adı bildiği de pek görülmemiştir.)
Böyle bir sava karşı tek yapacağım, kağıda bir çember çizmek ve içine tanrı yazmaktır. Hatta içinde tanrı
yazan bu çemberin etrafına bir çember daha çizmek, bir saniyemi bile almıyor.
Ben, beş saniyede tanrıyı beş üst-çembere alabiliyorum. Yalnızca kağıda
çiziyorum. Ama bu oluyor. Yani olabiliyor. En fanatik olan kişi bile, tanrı
dediği anda onu bir üst evrenden çekip dile getirdiğini bilmiyor. Onu
soyutlarken ne hallere düşürdüğünü göremiyor. Çünkü dil, her şeyi olduğu
halinden alır ve kendi basamaklarına indirir ki o “şey” aktarılabilir bir forma
girsin. Ben de çemberimi çekip ceketimi alıp çıkmak durumundayım. Çünkü hayal ürünü olan şeyleri yok etmek için hayalgücü yeterlidir.
Tüm kavramların
bir içi olduğu gibi birer dış-ı da olacaktır. Yukarıda sözü geçen kaplam, mantıkta alt-üst ilişkilerini betimleyen içlem ve
kaplam tasarısının bir ayağıydı. Örneğin insanın kaplamı
+… şeklinde
tümdengelimsel ifade edilir.
+hayal
bil bakalım bu ikincisi ‘ne’yin kaplamı ? Evet O’nun. Neden olmasın?
İşte dilimdeki bu
dil, bana istediğimi sormayı sağlayan, zihnime benzin veren bir pompa oluyor.
Bilesim geliyor :
-Tanrıların isteklerini tetikleyen hormonlar / nörotransmitterler nelerdir?
-Bir deney, sonuçları bilinmemekte olan şeyi çözümlenebilir
ve ölçülenebilir hale getirmek amacıyla yapılır. Temel gayemiz genellike bir
bütün oluşturan sistematik sonuçlara varmaktır. Tanrıların, daha doğrusu adını
duymaktan bıkandığımız (bıkmak + usanmak) şu üç tanrının insanın sadakatini sınama
deneyleri, hayat dediğimiz tüm bu çilenin, bu arkadaşların bir şeyi öğrenme istekleri
yüzünden düzenlendiğini göstermiyor mu? Bir şeyi sınama ve bilme isteği.
Tanrıların merakları. Lan oğlum… Bir
şeyi sınayan ve sonucunu bilmek isteyen tanrı nasıl olup da omnipotent (her şeyi yapabilen ve bilen)
olabilir? Eğer kendileri omnipotent iseler bu trajikomedinin oluşturulmasının
dişe dokunur bir yanı var mıdır?
Bilmem fark edildi mi, chamber sözcüğünün nereden geldiği ?
Çember çeken kanber oluyor mu, ona çeken karar verecektir. Çemberler varmayı olmasa da da yolda olmayı
makbul kılıyor.
لحسن الحظ الحمد لله