Bir şey fark ettin mi?
Fark ettin mi ? = Ayrıştın mı ? Ne kadar uzağa gidebildin ?
Fark etmek eylemi, kaynağını
ayrı(k) olmak, ayrışmak, öte-leşmekten alan bir durumdur.
Orijin : فرق (Ar.) [faraqa] – “ayrıldı”.
Herhangi bir şey fark edilme aşamasına gelmişse, kişi kendi ve
o 'şey' arasındaki ayrıklığı görmüş demektir. Teolojide Fâruk ismi, haklı ve
haksız olanı fark edebilen,
hayır ve şer gibi kavramlar arasına çizgi çekebilme yetisinde olan ve bu sayede
adaleti getirebilen kişidir. İslam dininin kutsal kitabında Furkan ismi
bulunur. F - r - q ünsüzleri üzerine inşa edilen bu sözcük de iyi ve kötü
ayrımlarını yapabilme, doğru ve yanlış olanı tefrik edebilme (fark kökünden ) kabiliyetinde olan kişiyi
gösterir. Faruk / Furkan olan, dinin retoriğe bezenmiş metinlerinde ezelden
beri İYİ ve KÖTÜ'leri ayırt edegelmişlerdi. Benim burada yapacağım şey, fark
etme –nin köklerine kazma
kürekle girişmektir.
Ecce homo
Umwelt-e mahkum
olduğum kadar, bir umgebung düşlemeye bağımlı olduğum ortada. Ben insan olanım öyle değil mi? Acınacak olan.
Umgebung-a paha biçme isteğimin getirdiği delice hazlar içinde eriyip giderim.
Gördüğüm her şeye birer anlam vermek, içimden taşan kaçınılmaz bir çabadır. Tarih
boyunca tam göbeğinde kavrulduğum bir çaba. Neyi tam anlamıyla fark edebilirim?
Bir şeyleri fark edebildiğimi. Yalnızca kendimi. Dönüp dolaşacağım tüm
durakların sonunda ben varım. Bildiğini
ve daha fazla bilebileceğini öne sürerek yeni duraklara varmak için kendini
paramparça eden ben. Çürüyen bir et taşıyan ben. Gerçek acıların beşiği olan,
uzay ve getirdiği sonsuz bilememe hali benim düşüm. Tüm keşiflerimizin ve
savlarımızın kaypak temeli, alabildiğine basittir : algılayan ve algılanan.
Sapiens sapiensin bir olguyu fark etmesi,
ondan olmadığı bilgisine varması demektir. Farkındalığı, bütünleşemediği her
şeydir. Tek gerçek acının bu olduğunu 'gitmek' yazısında hafifçe eşeledim.
Bilgi felsefesi için ‘şey’ ler ve
beni onlara götüren bağlar esastır. Algımı kıskıvrak kuşatan bu ‘şey’ leri idrak
edebilmek için ben, onları olduklarından kat kat aşağı indirmek zorundayım. Bu
blogda dil’e yaptığım göndermelerin
her birinde, algılananı ele avuca sığar hale getirmek ve bitmek bilmez dış
evreni aktarılabilir kılmanın da ancak bu indirgeme ile mümkün olduğunu ifade
etmeye çalışmaktayım. Şeyler (somut nesneler veya kavramlar), algılanmadıkça ve
düşünülmedikçe yokturlar. Bu algılamayı, yazının en başında tanımladığım üzere ayrışma olarak betimledim.
İnsan süjeler, başta hiç olmayan anlamları
üretmek, başka bir deyişle anlanacak olanı yoktan var etmek için dil ve onun
alt bileşenlerini kullanır. Anlamlara giden yollarda elindeki tek araç, anlamlandırma
biçimleri olacaktır. İşte bu bilme gayretinin çarklarını, bir 'şey'i kendine
özgü biçimde algılayan süje ve
süjeler tarafından algılanan obje ler
döndürür. Bir obje-yi algılayış aşaması onu fark etmekle başlayacaktır. Fark
ettikten sonra ona dair çeşitli her bilme, süjeyi objeye bağlayacaktır. Bu
bilme girişimleri, süje ve obje arasında birden çok bilgi türünü ortaya çıkarır.
Her ‘Ben biliyorum’ iddasında bulunuşunda süje, yalnızca öznel idraklarına
güvenmek zorunda olan, hayatı bu idraklarını tutarlı şemalara oturtmakla geçen farkındalıklı
varlıktır.
Süjeler arasında, algının öznelliğini asla
bilememiş, beş duyu organına gelen her uyarıcıyı ve her kuralı evrenin değişmez
yasaları sanaduran çok fazla süje var. Neden ignorıns iz bılis? Çünkü neden
olmasın. Gerçek acıların sebeplerini bulmak istesem, büyük varoluşçu Gadamer
gibi kendi içimden çıkanlardan başka bir şey aramazdım. Bu acı için hatrı sayılır bir
gerekçe : gittiğim her yere, içimde ‘benler’
götürmek zorunda olmak. “Bir ben var benden içeri” diyen türe ait olmak budur.
Varlığın kendisi mi, yoksa elle tutulur bir amacının bulunamaması mıdır beni
savuran?
Tek yapacağım şey devam etmek. Belki de bir yuva inşa etmek
gerekiyordur. Çünkü bilemeyen-ben, ayrıştığı (önce fark ettiği ve sonra sonsuz
bir anlama-ya giriştiği) tüm bu çevreyi içeride bir yerlerde işleyebilmek için onları
bir bir hapsetmek zorundadır. Ayrışılan her tikel şey, zamanın herhangi bir
anında üzerlerinde düşünce üretebilmek veya yargı inşa edebilmek için bir
yerlere tıkılmak zorundadır ; bir asylum. Bu hapishane zihindir. Her süjenin
onu kalıcı görüp çatısı altına sığındığı ve çarpık gerçekliğe örümcek ağıyla
bağlı zihin. Her şeye ahkam kesme mekanı.
Öngörüm, bu hapishanede bir
noktadan sonra gardiyanların da, mahkumların da, parmaklıkların da kendi
kendilerini yok edecekleri. Nihayetinde en içinden çığ gibi yayılan, önü
alınamaz bir ayaklanma başlayacak. Savrulacakları yerler hakkında hiçbir fikrim
yoktur. Tek bildiğim, kafalarımızın içlerinin birer Big Bang simülasyonu olduğudur.